Çorap Hanım
Kamp Günlükleri 2 (Kıyıköy)
ilk kampımızın başarılı geçmesinden sonra sıkı bir gaza gelmiştik açıkçası. amatör de olsa, kenarından köşesinden ufak tefek ekipmanlar toplamaya başladık. artık benim de bir baltam vardı mesela. güvenlik amaçlı bir saldırı bıçağı edindim, karanlıkta parlamayan cinsten. çantamın yetersiz olduğunu görüp, bir sırt çantası aldım. kılık kıyafette sorun olduğunu düşünmüyordum henüz, sonuçta ekim ayı yani, ne kadar sıkıntı yaşar ki benim gibi üşüme nedir bilmeyen doğal hayvan? yaşamadı zaten. bu sefer gitmeden önce, alkol kürüne mi gidiyoruz ulan dedik, rakıya falan bulaşmamaya karar verdik. yiyecek alışverişini sıfıra ne kadar yaklaştırırsak alkolü almamız o kadar zor olur diye düşünen ben, istanbuldan bir sürü ufak sandviç ekmeği aldım, kampa çıkmadan önceki bütün geceyi sandviç yaparak geçirdim. (evet ne gülüyon, yaparken yemek yasak mı yani?) ben bunlarla uğraşırken, Zafer de elfeneri, kamp lambası, yakacak/tutuşturacak aparatlar gibi şeylere yönelmiş. farketmeden değişik noktalara odaklanıp acayip bir takım çalışması sürdürebiliyoruz bunu farkettik. ya 25 yıllık arkadaşlığın getirisi, ya da değişik takıntılarımız var, henüz emin olamadım hangisi diye.
ya gitmeden önce en fazla dikkat edilmesi gereken husus bence gidilecek yer hakkında maksimum bilgiye sahip olmak. ki ben bunu hiç yapamadım, ders çalışırmış gibi geliyor çünkü, içimdeki kabullenmez dürtü "amaan nolcak gidince görürsün" şeklindeki yaklaşımıyla hep beni kandırıyor. şerefsiz işte :) bu sefer suyun diğer tarafına, Kırklareli/Saray civarına bir yere gidelim dedik. çok biliyorum ya civarı, haa tamam o zaman deyip salladım araştırma okuma işini. otobandan bir saatte ulaşabileceğimiz yere avcılar istikametinden çıkıp 4 saatte ulaşmamızın sebebi bundandır. mal demeyin kırıcı olmayın. Saray'ı geçtikten sonra Kastro'ya gitmeye karar verdik, gps sağolsun yolu bulması kolay gayet. fakat inin cinin top oynadığı yerde, elektronik müzik festivali olması kaderin cilvesiydi herhalde. tip olarak bizim gibi, ama kafa olarak benden üç sigara ileride bir çok arkadaş vardı etrafta. tabiki orayı tercih etmedik. oradan kıyıköy, kıyıköyün içinde bir tur, hatta "siktiret çadırı, burda gömelim rakıyı balığı, akşam da bi pansiyonda yatarız amk" hissiyatını bile savuşturduk. kıyıköy civarında bir barajımsı yer var, oraya girdik, giderseniz siz girmeyin, manda pisliğinden başka bi numara yok. Oradan kendimizi rüzgargülü santralinin içine vurduk, bozcaadadaki rüzgargüllerinden alışıktım lakin çok büyükler lan. çıkardıkları sesler falan insanda "ulan iki contası gevşese aar sıçtık birader" hissiyatı uyandırıyor. orda da bisürü öküz vardı, orası da kokuyordu sanırım :) öküzler rahat yaratıklar tabi, pat küt indiriyorlar nereye denk gelirse. severim kendilerini. vakit geç olmaya başlayınca "ulan kurulacak yer mi bulamiycaz" sıkıntısı başgösterdi. o yüzden de gidilecek yeri tanımak önemli. etrafı biliyorsanız sıkıntı yok, güneş batmadan bi saat önce kurulmaya başlasanız her şeye yeter vakit, ama bizim gibi işi şansa kısmete bırakırsanız biraz daha riskli olabiliyor. ama ikisi de eğlenceli tabi. Kastro tarafına bir yere yönlendiğimizde, dönüş yolü üzerinde sola sapan bir stabilize yol gördük, kaşıntı tabi girdik. biraz ileris ibir köy, köyde de "iskele" tabelaları görünce, aha çökecek bir deniz kenarı bulduk diye saldırdık. buranın yolu da sıkıntılı, altı alçak arabalar için. tedbirli olmakta fayda var. (sefer totalinde karteli delmeye çok yaklaştığımızı, egzozu patlattığımızı ve sağ ön lastikten yanık kokuları gelmeye başladığını belirteyim İstanbula dahil olduğumuzda.)
umutların azalmaya başladığı zaman, ileride terkedilmiş bir jandarma karakolu bulduk. uzun zamandır terkedilmiş herhalde, biraz bakındıktan sonra kıyıya inen stabilize yola attık kendimizi. zar zon indirdikten sonra arabayı, etrafımızda av için gelmiş birkaç arabanın olduğunu gördük, köpekleri çadırları falan, niyetler farklı olsa da bizim gibi insanlar vardı etrafta, bu kısım güzel hisettirdi. vurduk çantaları çadırı sırtımıza, sahil şeridinden başladık şansımızı zorlamaya. yaklaşık bir 15 dakikalık yürüyüşten sonra, tam kıyı şeridinde acayip güzel korunaklı bir köşe bulduk kendimize, rüzgar falan çıksa bile götü kurtardık hacı nidalarında, direk kuruluma geçtik. yaklaşık olarak 15 dakika içinde, çadır hazır, kampetler şişirilmiş, ateş yanmıştı. o kıyı bölgesinin şöyle bir güzelliği var ki, denizin kışın kıyıya attığı dal ve ağaç parçalarının alayı kurumuş bir şekilde kenara yığılmış durumdaydı. ben balta aldım ya, kullanacak bir alan çıkmayacak olması gayet normaldi tabi :D mekan inanılmaz güzel. Karadenizin güzelliği herhalde, yaklaşık olarak 24 saat kaldık orada, ve bu 24 saat dahilinde sürekli dalga sesi dinledik. bir saniye kesilmedi. sınırsız odundan faydalanmak da cabası, yaramaz veletler gibi sürekli ateşe odun attık. yorgunluktan saat 10'u görmeyiz derken yatarken gece saat 2 civarına gelmişti sanıyorum. konserve kutusundan tava yapıp köfte yaptık misal, komikti. bira kuyularını kesip su ısıtacak aparatlar yaptık, kahveyi kurtardık. bendeniz her ortamda olduğu gibi hemen sigaramın peşine düştüm, ateşbaşı keyfi yaptım kendime. sohbet muhabbet gırgır. hepsi güzeldi. (ha, buraya ufak dipnot olsun. ufak bir mp3 çalar ve bira kutusu kadar, sacayağı şekline gelebilen bir kolonum var, oradan müzik bile dinledik bir ara. çok diskodiskoydu ama, spor salonunda kullandığım için. bir sonrakinde çok ağır bir şekilde müzeyyen senar olacak içinde, artık başımıza neler gelir meçhul)
sabah 6da falan kalktım, uyuduğum dört saatin yarısında midem yanıyordu, huzursuzdum zaten. burada da ufak tefek ağrıkesicidir, mide ilacıdır, acil durumlarda kullanılabilecek birkaç ilacın işe yarayabileceğini akıl ettim, artık bir tane var çantamda. lazım olursa kampeti bağladığım yerin hemen altında okuyan kişi, ihtiyacın kadarını her zaman alabilirsin, paylaşımcı insanlarızdır. iyi ki yanmış ama midem, çok uzun zamandır görmediğim güzellikte bir gündoğumu yakaladım, hatta güzel fotoğraflar da çektim orada. limitsiz odunla ateşi harlamak, yok efenime söyliim sabah kahvesi, etrafta biraz yürüyüş, hazırlanan sandviçlerin sonuncularıyla sabah kahvaltısı. hepsi güzeldi de, bizim kendi açımızdan geziyi unutulmayacak kılan aksiyon, benim dayanamayıp kendimi denize atmam ve peşimden Zaferin de gelmesiyle başlayan olaylar sinsilesiydi. ekim itibariyle don paça kendini suya atan iki dengesizi görecek kimse olmaması, etrafın ayıbı. kamp çantamdan neden ananas çıktı, biz sularımız süzülürken neden ananas yedik, vallahi bilmiyorum. doğaçlama gidiyor orası.
ayrılma saati yaklaşınca biraz buruk ayrıldık açıkçası, orada geçirebilecek birkaç günümüz daha olmasını çok isterdim. dönüş basit, Saray'a ulaşılıp yenilen bir yemek, yerel radyolar eşliğinde bağıra çağıra şarkılar söylemek, İstanbul'dan gelen uyarı smsleri, hepsi gayet komikti. eve vardığımızda hepsine değdiğini düşünüyorum açıkçası. yeni tecrübe, yeni dersler ve yeni anılarla bitirdik bu işi de diye, huzurla daldım uykuya, tek sıkıntım yarın sabah kalkıp toplumun içine karışıp işe gidecek olmamdı.
koyim bütün sendromlu pazartesilere efenim, size bişi olmasın.
ya gitmeden önce en fazla dikkat edilmesi gereken husus bence gidilecek yer hakkında maksimum bilgiye sahip olmak. ki ben bunu hiç yapamadım, ders çalışırmış gibi geliyor çünkü, içimdeki kabullenmez dürtü "amaan nolcak gidince görürsün" şeklindeki yaklaşımıyla hep beni kandırıyor. şerefsiz işte :) bu sefer suyun diğer tarafına, Kırklareli/Saray civarına bir yere gidelim dedik. çok biliyorum ya civarı, haa tamam o zaman deyip salladım araştırma okuma işini. otobandan bir saatte ulaşabileceğimiz yere avcılar istikametinden çıkıp 4 saatte ulaşmamızın sebebi bundandır. mal demeyin kırıcı olmayın. Saray'ı geçtikten sonra Kastro'ya gitmeye karar verdik, gps sağolsun yolu bulması kolay gayet. fakat inin cinin top oynadığı yerde, elektronik müzik festivali olması kaderin cilvesiydi herhalde. tip olarak bizim gibi, ama kafa olarak benden üç sigara ileride bir çok arkadaş vardı etrafta. tabiki orayı tercih etmedik. oradan kıyıköy, kıyıköyün içinde bir tur, hatta "siktiret çadırı, burda gömelim rakıyı balığı, akşam da bi pansiyonda yatarız amk" hissiyatını bile savuşturduk. kıyıköy civarında bir barajımsı yer var, oraya girdik, giderseniz siz girmeyin, manda pisliğinden başka bi numara yok. Oradan kendimizi rüzgargülü santralinin içine vurduk, bozcaadadaki rüzgargüllerinden alışıktım lakin çok büyükler lan. çıkardıkları sesler falan insanda "ulan iki contası gevşese aar sıçtık birader" hissiyatı uyandırıyor. orda da bisürü öküz vardı, orası da kokuyordu sanırım :) öküzler rahat yaratıklar tabi, pat küt indiriyorlar nereye denk gelirse. severim kendilerini. vakit geç olmaya başlayınca "ulan kurulacak yer mi bulamiycaz" sıkıntısı başgösterdi. o yüzden de gidilecek yeri tanımak önemli. etrafı biliyorsanız sıkıntı yok, güneş batmadan bi saat önce kurulmaya başlasanız her şeye yeter vakit, ama bizim gibi işi şansa kısmete bırakırsanız biraz daha riskli olabiliyor. ama ikisi de eğlenceli tabi. Kastro tarafına bir yere yönlendiğimizde, dönüş yolü üzerinde sola sapan bir stabilize yol gördük, kaşıntı tabi girdik. biraz ileris ibir köy, köyde de "iskele" tabelaları görünce, aha çökecek bir deniz kenarı bulduk diye saldırdık. buranın yolu da sıkıntılı, altı alçak arabalar için. tedbirli olmakta fayda var. (sefer totalinde karteli delmeye çok yaklaştığımızı, egzozu patlattığımızı ve sağ ön lastikten yanık kokuları gelmeye başladığını belirteyim İstanbula dahil olduğumuzda.)
umutların azalmaya başladığı zaman, ileride terkedilmiş bir jandarma karakolu bulduk. uzun zamandır terkedilmiş herhalde, biraz bakındıktan sonra kıyıya inen stabilize yola attık kendimizi. zar zon indirdikten sonra arabayı, etrafımızda av için gelmiş birkaç arabanın olduğunu gördük, köpekleri çadırları falan, niyetler farklı olsa da bizim gibi insanlar vardı etrafta, bu kısım güzel hisettirdi. vurduk çantaları çadırı sırtımıza, sahil şeridinden başladık şansımızı zorlamaya. yaklaşık bir 15 dakikalık yürüyüşten sonra, tam kıyı şeridinde acayip güzel korunaklı bir köşe bulduk kendimize, rüzgar falan çıksa bile götü kurtardık hacı nidalarında, direk kuruluma geçtik. yaklaşık olarak 15 dakika içinde, çadır hazır, kampetler şişirilmiş, ateş yanmıştı. o kıyı bölgesinin şöyle bir güzelliği var ki, denizin kışın kıyıya attığı dal ve ağaç parçalarının alayı kurumuş bir şekilde kenara yığılmış durumdaydı. ben balta aldım ya, kullanacak bir alan çıkmayacak olması gayet normaldi tabi :D mekan inanılmaz güzel. Karadenizin güzelliği herhalde, yaklaşık olarak 24 saat kaldık orada, ve bu 24 saat dahilinde sürekli dalga sesi dinledik. bir saniye kesilmedi. sınırsız odundan faydalanmak da cabası, yaramaz veletler gibi sürekli ateşe odun attık. yorgunluktan saat 10'u görmeyiz derken yatarken gece saat 2 civarına gelmişti sanıyorum. konserve kutusundan tava yapıp köfte yaptık misal, komikti. bira kuyularını kesip su ısıtacak aparatlar yaptık, kahveyi kurtardık. bendeniz her ortamda olduğu gibi hemen sigaramın peşine düştüm, ateşbaşı keyfi yaptım kendime. sohbet muhabbet gırgır. hepsi güzeldi. (ha, buraya ufak dipnot olsun. ufak bir mp3 çalar ve bira kutusu kadar, sacayağı şekline gelebilen bir kolonum var, oradan müzik bile dinledik bir ara. çok diskodiskoydu ama, spor salonunda kullandığım için. bir sonrakinde çok ağır bir şekilde müzeyyen senar olacak içinde, artık başımıza neler gelir meçhul)
sabah 6da falan kalktım, uyuduğum dört saatin yarısında midem yanıyordu, huzursuzdum zaten. burada da ufak tefek ağrıkesicidir, mide ilacıdır, acil durumlarda kullanılabilecek birkaç ilacın işe yarayabileceğini akıl ettim, artık bir tane var çantamda. lazım olursa kampeti bağladığım yerin hemen altında okuyan kişi, ihtiyacın kadarını her zaman alabilirsin, paylaşımcı insanlarızdır. iyi ki yanmış ama midem, çok uzun zamandır görmediğim güzellikte bir gündoğumu yakaladım, hatta güzel fotoğraflar da çektim orada. limitsiz odunla ateşi harlamak, yok efenime söyliim sabah kahvesi, etrafta biraz yürüyüş, hazırlanan sandviçlerin sonuncularıyla sabah kahvaltısı. hepsi güzeldi de, bizim kendi açımızdan geziyi unutulmayacak kılan aksiyon, benim dayanamayıp kendimi denize atmam ve peşimden Zaferin de gelmesiyle başlayan olaylar sinsilesiydi. ekim itibariyle don paça kendini suya atan iki dengesizi görecek kimse olmaması, etrafın ayıbı. kamp çantamdan neden ananas çıktı, biz sularımız süzülürken neden ananas yedik, vallahi bilmiyorum. doğaçlama gidiyor orası.
ayrılma saati yaklaşınca biraz buruk ayrıldık açıkçası, orada geçirebilecek birkaç günümüz daha olmasını çok isterdim. dönüş basit, Saray'a ulaşılıp yenilen bir yemek, yerel radyolar eşliğinde bağıra çağıra şarkılar söylemek, İstanbul'dan gelen uyarı smsleri, hepsi gayet komikti. eve vardığımızda hepsine değdiğini düşünüyorum açıkçası. yeni tecrübe, yeni dersler ve yeni anılarla bitirdik bu işi de diye, huzurla daldım uykuya, tek sıkıntım yarın sabah kalkıp toplumun içine karışıp işe gidecek olmamdı.
koyim bütün sendromlu pazartesilere efenim, size bişi olmasın.
Kamp Günlüğü 1 (sülüklü göl)
ailemizin hayvanı olarak ben, yaklaşık 25 yıllık arkadaşım olan Zafer ile birlikte kampa merak sardık. standart amatör hevesler işte. hem düzenli olarak buluşmamıza vesile olur, hem de kırk yılın başında faydalı bir iş yapmış oluruz diye, emektar çadırı sırtımıza vurup civarımızda olan kamp ve trekking alanlarını şenlendirmek amacıyla düştük yola, yaklaşık olarak son üç aydır. çok iddialı bir yaklaşımımız olmadan, ayda bir hafta sonu gibi bir ortalama tuttursak iyidir dedik, demez mi olaydık, yoksa iyi ki dedik mi, zaman gösterecek.
ilk seferinde kendimizi çok zorlamayacak bir alan olarak düşündüğümüz sülüklü gölü hedefimizdeydi. İstanbul'dan yaklaşık olarak 2 saatlik bir sürüş mesafesinde, uzak bir yer değil. yer hakkında çok detaylı bir araştırma yapmadan, birer sırt çantası ve bir çadırla gideriz dediğimiz yol, bize bir bagaj dolusu piknik malzemesi, balık taşıma kasalarında buzlar, dondurulmuş etler, rakılar ve binbir türlü gerekli gereksiz eşyayı yanımıza almamız olarak nihayete erdi. sabahın düdük saatinde düştüğümüz yolda, öğlen olmadan çadırımızı kurmuştuk bile :)
olay mahalline yakın köylerden her türlü alışveriş yapılabiliyor. direk olarak bir gün öncesinden alışveriş yapıp çanta hazırlamak gibi bir mecburiyet yok. herhalde geleni gideni de çok ki hiç garipsemiyor insanlar şişme yatak benzeri şeyler istenildiği zaman.
Eylül ayı itibariyle sülüklü göle araç girişi 20 tl, bir çadır kurmak için de 10 tl idi. bu da ayıptır söylemesi "dağa gidiyoruz eamuğakoyyim paraya ne ihtiyacımız olacak yanımızda" diyen bana enlemesine kapak olmuş bir hadisedir, güzel güldürmüştür lakin Zafer de beni dinlemiş olsa, ebesinin dingiline kadar yol tırmandıktan sonra kös kös geri dönmek zorunda kalabilirdik. Meraklısına not, alabalık üretim tesislerinin sonuncusuna kadar asfalt var, lakin oradan sonraki tırmanma şeridinde en iyi yol mıcır, akan yağmur sularından dolayı stabilize yolun çok büyük bir kısmı girintili çıkıntılı, bazıları krater boyutunda, altı vurabilecek bir arabayla çıkması hakikaten zor. garibim Zafer bayya ter attı o yolu çıkana kadar.
gölü ilk gördüğüm an hakikaten götümün kapağı kaydı. yemyeşil ağaçlarla kaplı dağların ortasında resmen zümrüt yeşili bir göl. hiçbir şey yapmadan huşu içinde izlenesi bir yer. zaten şöyle de bir olay var ki, yeni nesil çadırları kurması çok kolay, tam otomatik neredeyse, çok da zahmetli bir süreç olmuyor. çadır içinde ikimizde de birer tane şişme yatak vardı, benimki biraz battal boy olsa da iki kişilik çadıra birer yatak, birer de sırt çantası rahatça sığıyor, fazlasını almamak lazım ama. yatağı şişirmek için ciğerlere güvenilmiyorsa eğer, yanında pompa taşıması lazım insanın :) ben şişirebiliyorum hala, ama dipnot olarak kalsın burada, devamında makarası çıkacak çünkü.
bizim bu seferde yaptığımız gibi, tavladan tutun da gerekli gereksiz beşbin tane şeyi yanımıza almamızı bile kaldırdı çadır da, ne kadar gereksiz olduğunu gidince görüyorsun. zaten hiç görmediğin bilmediğin bir ortamda aklına dahi gelmiyor o işler. mecburi olan şeyler belli, soğuktan korunma aparatları, ateş ve yemek yapma aparatları (sandviçle bunları da geçiştirme şansı her zaman var, bir sonrakinde ona da değinicem) ve gerekli durumda götü kurtarmak üzere güvenlik aparatları. geri kalan her şey o veya bu şekilde kozmetik ürünler, alınması mecburiden ziyade, gidenin keyfine kalmış şeyler. gamsız olmak en temizi :)
efenim çadırı kurduk, yatakları şişirdik, çantaları civara açtık. her hevesli insanın yapacağı ilk harekete direk olarak giriştik. odun toplayıp ateş yakalım bari diye. tam o arada, yaklaşık 50 metre sağımıza İstanbul'dan iki arabada üç arkadaş geldi, üç tane tek kişilik çadır kurdular. afedersiniz biz mal gibi kuru dal parçalarını toplamak için bel tutulmasına yönelik hareketler yaparken, arkadaşlar işbölümü çerçevesinde balta vb. ekipmanlarla bizim yarım saatte topladığımız odunun 5 katını 10 dakikada kesiverdiler. işte o an kafama dank etti. BENİM DE BİR BALTAM OLMALIYDI. notumu aldım. medeniyete dönünce ilk iş bir balta edinecektim. Zafer de doğası gereği, balta değil de testere daha iyi olur diye verdi notunu. işbölümü tam orada başladı işte :) kuru dallar yanında, bazı durumlarda tam kurumamış ağaç dalları da, reçinenin yanma kolaylığı sağlamasından ötürü tercih edildi tarafımızdan (tamam arkadaşların stoğundan biraz çalmış olabiliriz, kızmasınlar :P) kozalak benzeri şeyler tutuşturmak için çok faydalı. benim çantamda potansiyel yaralanmalara karşı dezenfektan olarak kullanılmak üzere kolonya vardı, ateşi tutuşturmamız 3 dakika bile almadı. gelecek günler için bu göt kalkması hayra alamet değildi tabi.
bizim burada fark etmediğimiz lakin açık havada birebir yaşadığımız çok acı bi gerçek var. yüksek rakımda, sis çökmeye başladığı andan yaklaşık olarak 5 dakika içinde her yere çökmüş oluyor ızdırabına sürtüniim. resmen üç beş dakika içinde göz gözü görmeyecek kadar bir sis çöktü, ve yağmur başlayana kadar da dağılmadı. genelde araç kullanırken kullanılan sarı görüş gözlükleri işe yarayabilir o durumlarda. elzem değil ama. hayatımda doğada en çok keyif aldığım anlar arasında rahat ilk üçü zorlardı o sisin çökme anı. devamında başlayan yağmur da şık oldu. tam hazırlıklı olmamamıza rağmen çok korkutucu bir durum yoktu an itibariyle.
ateşe odunu zırt pırt atma şımarıklığı. en çok başa gelecek şey. o yüzden odun gereğinden daha fazla toplanmalı. bitiyo çünkü meret. sadece yiyecek hazırlamak için değil, ısınma, su ısıtma, havaya girme, ve hatta sinek ve yabani hayvanları uzak tutmak için çok gerekli bir şey olduğundan dolayı o odun bitmemeli. hem de kampın çadırın şanındandır yani, önünde ateşi yanar, ne bileyim kararmış bi tenceresi, çaydanlığı vardır illaki.
bir içtim, bir içtim ki o gece, keyiften yoruldum, o temiz havada nerdeyse bi yüzlük içmişim farkında değilim. ateşte birşeyler pişirmesi, ne bileyim su ısıtmak için bira kutusundan cezve devşirmesi gibi işlerle uğraşırken, sohbet muhabbet alkolün farkında varmamışım. çok akıllıca bir hareket değil kampta çok içmek, zaten ben de çok akıllı değilim. herkese tavsiye etmem. ha o gecenin özelinde gece saat 2 gibi bir çakal uluması duyduk ki, (ben başta bariz kurt ulumasına benzetince biraz gerilmedim değil, sonra alıştım) sarhoşluk falan kalmadı tabi teyakkuz durumundan. hoş eldeki aparatlarla kurt gelmiş olsa hiçbir bok yiyemezdik, ama insan tribe giriyor işte :)
gecenin finalini uyurken sönen yatağımın sayesinde buz gibi toprak üstünde yatar şekilde uyanmamla yaptım, toplamda 3 saat uykunun üstüne, yatak şişirirken olan biten uyku da gitti, Zafer de yalnız bırakmamak için kalkınca, biz tekrar su ısıtıp kahve yapmaya, gündoğumu izlemeye, etrafı keşfetmek için yürüyüş turlarına falan zorladık kendimizi. fotoğraf çekmekti sigara yapmaktı vakit alan şeyler tabi. meşgale buluyor insan kendine.
zar zor indirdik arabayı oradan aşağı, yağan yağmur kraterleri daha da derinleştirince. o yüzden hakikaten altı alçak bir arabayla gitmek akıl kârı değil okuyan kişi, yapma bunu. huzur kaçırıyor resmen. doğa güzel de, ilk gördüğümüz hamburger zincirine uçarak dalıp açız laan triplerimiz görülmeye değerdi. bir de şunu hatırlamakta fayda var, bir-iki gün insandan azade yerlerde bu kadar vakit geçirdikten sonra medeniyete dönerken adaptasyonu kafada biritmek lazım :) yoksa ne normalde ben kasiyerlerle "amk"lı cümlelerle konuşurum, ne de Zafer otoparkta insan içinde osurur :) ahah, çok komik anlardı.
ee neden yazdım bunları buraya? derdim şudur ki, günlük gibi dursun, yarın öbür gün kendim okurken güleyim, hem de olur da tesadüfen burayı okuyan bir amatör kamp meraklısı falan denk gelirse, belki bizim yaptığımız hataları o yapmaz, baştan hatırlatma yapmış olurum bir faydam dokunur gibi düşündüm. ben yaşayarak öğrenme taraftarıyım gerçi, pek okumadan balıklama dalarım böyle durumlara, sonrasında elden geldiği kadar durumu kurtarmaya çalışırım ama herkes ben gibi değildir umarım :)
(amma yogunmusum lan, sali yazdim anatabildim buraya. cokyorgunumulan)
ilk seferinde kendimizi çok zorlamayacak bir alan olarak düşündüğümüz sülüklü gölü hedefimizdeydi. İstanbul'dan yaklaşık olarak 2 saatlik bir sürüş mesafesinde, uzak bir yer değil. yer hakkında çok detaylı bir araştırma yapmadan, birer sırt çantası ve bir çadırla gideriz dediğimiz yol, bize bir bagaj dolusu piknik malzemesi, balık taşıma kasalarında buzlar, dondurulmuş etler, rakılar ve binbir türlü gerekli gereksiz eşyayı yanımıza almamız olarak nihayete erdi. sabahın düdük saatinde düştüğümüz yolda, öğlen olmadan çadırımızı kurmuştuk bile :)
olay mahalline yakın köylerden her türlü alışveriş yapılabiliyor. direk olarak bir gün öncesinden alışveriş yapıp çanta hazırlamak gibi bir mecburiyet yok. herhalde geleni gideni de çok ki hiç garipsemiyor insanlar şişme yatak benzeri şeyler istenildiği zaman.
Eylül ayı itibariyle sülüklü göle araç girişi 20 tl, bir çadır kurmak için de 10 tl idi. bu da ayıptır söylemesi "dağa gidiyoruz eamuğakoyyim paraya ne ihtiyacımız olacak yanımızda" diyen bana enlemesine kapak olmuş bir hadisedir, güzel güldürmüştür lakin Zafer de beni dinlemiş olsa, ebesinin dingiline kadar yol tırmandıktan sonra kös kös geri dönmek zorunda kalabilirdik. Meraklısına not, alabalık üretim tesislerinin sonuncusuna kadar asfalt var, lakin oradan sonraki tırmanma şeridinde en iyi yol mıcır, akan yağmur sularından dolayı stabilize yolun çok büyük bir kısmı girintili çıkıntılı, bazıları krater boyutunda, altı vurabilecek bir arabayla çıkması hakikaten zor. garibim Zafer bayya ter attı o yolu çıkana kadar.
gölü ilk gördüğüm an hakikaten götümün kapağı kaydı. yemyeşil ağaçlarla kaplı dağların ortasında resmen zümrüt yeşili bir göl. hiçbir şey yapmadan huşu içinde izlenesi bir yer. zaten şöyle de bir olay var ki, yeni nesil çadırları kurması çok kolay, tam otomatik neredeyse, çok da zahmetli bir süreç olmuyor. çadır içinde ikimizde de birer tane şişme yatak vardı, benimki biraz battal boy olsa da iki kişilik çadıra birer yatak, birer de sırt çantası rahatça sığıyor, fazlasını almamak lazım ama. yatağı şişirmek için ciğerlere güvenilmiyorsa eğer, yanında pompa taşıması lazım insanın :) ben şişirebiliyorum hala, ama dipnot olarak kalsın burada, devamında makarası çıkacak çünkü.
bizim bu seferde yaptığımız gibi, tavladan tutun da gerekli gereksiz beşbin tane şeyi yanımıza almamızı bile kaldırdı çadır da, ne kadar gereksiz olduğunu gidince görüyorsun. zaten hiç görmediğin bilmediğin bir ortamda aklına dahi gelmiyor o işler. mecburi olan şeyler belli, soğuktan korunma aparatları, ateş ve yemek yapma aparatları (sandviçle bunları da geçiştirme şansı her zaman var, bir sonrakinde ona da değinicem) ve gerekli durumda götü kurtarmak üzere güvenlik aparatları. geri kalan her şey o veya bu şekilde kozmetik ürünler, alınması mecburiden ziyade, gidenin keyfine kalmış şeyler. gamsız olmak en temizi :)
efenim çadırı kurduk, yatakları şişirdik, çantaları civara açtık. her hevesli insanın yapacağı ilk harekete direk olarak giriştik. odun toplayıp ateş yakalım bari diye. tam o arada, yaklaşık 50 metre sağımıza İstanbul'dan iki arabada üç arkadaş geldi, üç tane tek kişilik çadır kurdular. afedersiniz biz mal gibi kuru dal parçalarını toplamak için bel tutulmasına yönelik hareketler yaparken, arkadaşlar işbölümü çerçevesinde balta vb. ekipmanlarla bizim yarım saatte topladığımız odunun 5 katını 10 dakikada kesiverdiler. işte o an kafama dank etti. BENİM DE BİR BALTAM OLMALIYDI. notumu aldım. medeniyete dönünce ilk iş bir balta edinecektim. Zafer de doğası gereği, balta değil de testere daha iyi olur diye verdi notunu. işbölümü tam orada başladı işte :) kuru dallar yanında, bazı durumlarda tam kurumamış ağaç dalları da, reçinenin yanma kolaylığı sağlamasından ötürü tercih edildi tarafımızdan (tamam arkadaşların stoğundan biraz çalmış olabiliriz, kızmasınlar :P) kozalak benzeri şeyler tutuşturmak için çok faydalı. benim çantamda potansiyel yaralanmalara karşı dezenfektan olarak kullanılmak üzere kolonya vardı, ateşi tutuşturmamız 3 dakika bile almadı. gelecek günler için bu göt kalkması hayra alamet değildi tabi.
bizim burada fark etmediğimiz lakin açık havada birebir yaşadığımız çok acı bi gerçek var. yüksek rakımda, sis çökmeye başladığı andan yaklaşık olarak 5 dakika içinde her yere çökmüş oluyor ızdırabına sürtüniim. resmen üç beş dakika içinde göz gözü görmeyecek kadar bir sis çöktü, ve yağmur başlayana kadar da dağılmadı. genelde araç kullanırken kullanılan sarı görüş gözlükleri işe yarayabilir o durumlarda. elzem değil ama. hayatımda doğada en çok keyif aldığım anlar arasında rahat ilk üçü zorlardı o sisin çökme anı. devamında başlayan yağmur da şık oldu. tam hazırlıklı olmamamıza rağmen çok korkutucu bir durum yoktu an itibariyle.
ateşe odunu zırt pırt atma şımarıklığı. en çok başa gelecek şey. o yüzden odun gereğinden daha fazla toplanmalı. bitiyo çünkü meret. sadece yiyecek hazırlamak için değil, ısınma, su ısıtma, havaya girme, ve hatta sinek ve yabani hayvanları uzak tutmak için çok gerekli bir şey olduğundan dolayı o odun bitmemeli. hem de kampın çadırın şanındandır yani, önünde ateşi yanar, ne bileyim kararmış bi tenceresi, çaydanlığı vardır illaki.
bir içtim, bir içtim ki o gece, keyiften yoruldum, o temiz havada nerdeyse bi yüzlük içmişim farkında değilim. ateşte birşeyler pişirmesi, ne bileyim su ısıtmak için bira kutusundan cezve devşirmesi gibi işlerle uğraşırken, sohbet muhabbet alkolün farkında varmamışım. çok akıllıca bir hareket değil kampta çok içmek, zaten ben de çok akıllı değilim. herkese tavsiye etmem. ha o gecenin özelinde gece saat 2 gibi bir çakal uluması duyduk ki, (ben başta bariz kurt ulumasına benzetince biraz gerilmedim değil, sonra alıştım) sarhoşluk falan kalmadı tabi teyakkuz durumundan. hoş eldeki aparatlarla kurt gelmiş olsa hiçbir bok yiyemezdik, ama insan tribe giriyor işte :)
gecenin finalini uyurken sönen yatağımın sayesinde buz gibi toprak üstünde yatar şekilde uyanmamla yaptım, toplamda 3 saat uykunun üstüne, yatak şişirirken olan biten uyku da gitti, Zafer de yalnız bırakmamak için kalkınca, biz tekrar su ısıtıp kahve yapmaya, gündoğumu izlemeye, etrafı keşfetmek için yürüyüş turlarına falan zorladık kendimizi. fotoğraf çekmekti sigara yapmaktı vakit alan şeyler tabi. meşgale buluyor insan kendine.
zar zor indirdik arabayı oradan aşağı, yağan yağmur kraterleri daha da derinleştirince. o yüzden hakikaten altı alçak bir arabayla gitmek akıl kârı değil okuyan kişi, yapma bunu. huzur kaçırıyor resmen. doğa güzel de, ilk gördüğümüz hamburger zincirine uçarak dalıp açız laan triplerimiz görülmeye değerdi. bir de şunu hatırlamakta fayda var, bir-iki gün insandan azade yerlerde bu kadar vakit geçirdikten sonra medeniyete dönerken adaptasyonu kafada biritmek lazım :) yoksa ne normalde ben kasiyerlerle "amk"lı cümlelerle konuşurum, ne de Zafer otoparkta insan içinde osurur :) ahah, çok komik anlardı.
ee neden yazdım bunları buraya? derdim şudur ki, günlük gibi dursun, yarın öbür gün kendim okurken güleyim, hem de olur da tesadüfen burayı okuyan bir amatör kamp meraklısı falan denk gelirse, belki bizim yaptığımız hataları o yapmaz, baştan hatırlatma yapmış olurum bir faydam dokunur gibi düşündüm. ben yaşayarak öğrenme taraftarıyım gerçi, pek okumadan balıklama dalarım böyle durumlara, sonrasında elden geldiği kadar durumu kurtarmaya çalışırım ama herkes ben gibi değildir umarım :)
(amma yogunmusum lan, sali yazdim anatabildim buraya. cokyorgunumulan)
animal on air
hayat çok ilginç bişey aslında. çok değişik fazlarda, çok değişik şeyleri konsantre olarak basıyor insan bünyesine, sonra bekliyor ki bunların hepsini yürütmeyi başar. başar tabi amk, işin ne. başarı kriteri olmadan başarmak gibisi yok zaten, sonuçta kendine bazı şeyleri açıklayabildikten sonra, puan sistemine dahil olmadığın bir güzellik bu, yahut olmalı, hayat dediğin şey.
kendimi sorunsuza yakın hissettiğim üç ruh hali var sadece. onları kusmak istedim ısınma turu olarak. nihayetinde asırlardır yazmadım.
biri kafamın bimilyon olduğu safha. nihayetinde hayatımın vazgeçilmezi, olmazsa olmazı. o veya bu şekilde bu kafa açık ve hiçbir etkiye maruz kalmadığı zamanlarda sahibine sıkıntı yaşatmakta bir dünya markası. sanırım ADHD olayı, ne zaman devreye girse hayat daha bir ilginçleşiyor. bunun önüne geçebilmek adına, bünyeyle düzensiz aralıklarla, düzensiz dozlarda bandrollü ve bandrolsüz muhteviyatı gark ediyoruz, dengeliyoruz birbirimizi. kazan/kazan durumundan öte, birbirimize ancak böyle tahammül edebiliyoruz sanırım.
ikinci halet-i ruhiye ise yurtdışında geçen zamanlar. iyi ya da kötü, gelişmiş ya da gelişmemiş, başka bir memlekette olmak garip bir şekilde sanki bir boyut kapısından geçmişim de değişik bir dünyadaymışım hissi yaratıyor. farklı insanlar, farklı sokaklar, farklı bakış açıları, bilmiyorum belki de uzakta olmak duygusu. güzel bir hissiyat, sırf o güzel insanları tanımak, Grote Markt'da yereller ve turistlerle gülüşler, biralar paylaşmak, Niš'de bir daha denk gelemeyeceğin bir sokakta bir yabancıyla dans etmek, Amsterdam'da kaldırımlarda, Roma'da merdivenlerde, Helsinki'de buzlar üstünde, St.Petersburg'da meydanlarda sanki kasıtlı olarak tanımaya değer insanlara rastlamak tesadüf olamaz, mutluluk oralarda diye kesin ve net bir algı çıkmasına vesile oldu bünyede. geri dönüşü olmayan tahribatlardan. belki de ondandır arada pasaporta bakıp içlenerek içmem :)
üçüncü ve sonuncu olarak da, dağda tepede kamp kurmak. kampetler, şişme yataklar, çadırlar, saldırı bıçakları, baltalar. her yattığın suyun kenarında teşekkür etmek, baltayı her vurduğun daldan özür dilemek ve minnettar olmak, her ateş başının ayrı hikayesi, her gittiğin toprağa kanını bırakmak; kimilerine sapıkça gelse bile, bana çok huzur verici geliyor. belki müziğimizi kafamızda götürdüğümüzden, belki üşenmeyip kafamızı da kırdığımızdan, belki rüzgarla, sisle yağmurla bütünleşmekten, belki bunların toplamından, belki de eksik olan parçamı orada bulduğumu düşünmekten, kimbilir.
artık o evin yolunu bilmiyorum. hiçbir şekilde eve yorgun gelecek, bari yemeği ben hazırlayayım diye düşünmüyorum. yatağın soğuk tarafı hep benim. hasta olmamdan korkan hiç kimse yok etrafımda. bunları kaybettiğimde sanırım hiçbir şey eskisi gibi olmayacak diye düşünmüştüm. düşündüğüm gibi de oldu, eskisi gibi olmadı, daha değişik oldu. değişiklik güzeldir martavalını da okumadım, ne kendime ne de başkasına. toplamda daha kaç adım atacağımı bilmediğim dünya üzerinde daha da değişik durumlar, duygular yaşamak üzere, o son adımı atana kadar yürüyorum işte. benim gibisinin elinden de daha fazla bir şey gelmezdi zaten.
düzenli olarak yazabilecek miyim bilmiyorum, ama en azından deneyeceğime söz verdim :) ve ben hiçbir şey bile olsam, sözlerimi tutmaya çalışan biriyim.
kendimi sorunsuza yakın hissettiğim üç ruh hali var sadece. onları kusmak istedim ısınma turu olarak. nihayetinde asırlardır yazmadım.
biri kafamın bimilyon olduğu safha. nihayetinde hayatımın vazgeçilmezi, olmazsa olmazı. o veya bu şekilde bu kafa açık ve hiçbir etkiye maruz kalmadığı zamanlarda sahibine sıkıntı yaşatmakta bir dünya markası. sanırım ADHD olayı, ne zaman devreye girse hayat daha bir ilginçleşiyor. bunun önüne geçebilmek adına, bünyeyle düzensiz aralıklarla, düzensiz dozlarda bandrollü ve bandrolsüz muhteviyatı gark ediyoruz, dengeliyoruz birbirimizi. kazan/kazan durumundan öte, birbirimize ancak böyle tahammül edebiliyoruz sanırım.
ikinci halet-i ruhiye ise yurtdışında geçen zamanlar. iyi ya da kötü, gelişmiş ya da gelişmemiş, başka bir memlekette olmak garip bir şekilde sanki bir boyut kapısından geçmişim de değişik bir dünyadaymışım hissi yaratıyor. farklı insanlar, farklı sokaklar, farklı bakış açıları, bilmiyorum belki de uzakta olmak duygusu. güzel bir hissiyat, sırf o güzel insanları tanımak, Grote Markt'da yereller ve turistlerle gülüşler, biralar paylaşmak, Niš'de bir daha denk gelemeyeceğin bir sokakta bir yabancıyla dans etmek, Amsterdam'da kaldırımlarda, Roma'da merdivenlerde, Helsinki'de buzlar üstünde, St.Petersburg'da meydanlarda sanki kasıtlı olarak tanımaya değer insanlara rastlamak tesadüf olamaz, mutluluk oralarda diye kesin ve net bir algı çıkmasına vesile oldu bünyede. geri dönüşü olmayan tahribatlardan. belki de ondandır arada pasaporta bakıp içlenerek içmem :)
üçüncü ve sonuncu olarak da, dağda tepede kamp kurmak. kampetler, şişme yataklar, çadırlar, saldırı bıçakları, baltalar. her yattığın suyun kenarında teşekkür etmek, baltayı her vurduğun daldan özür dilemek ve minnettar olmak, her ateş başının ayrı hikayesi, her gittiğin toprağa kanını bırakmak; kimilerine sapıkça gelse bile, bana çok huzur verici geliyor. belki müziğimizi kafamızda götürdüğümüzden, belki üşenmeyip kafamızı da kırdığımızdan, belki rüzgarla, sisle yağmurla bütünleşmekten, belki bunların toplamından, belki de eksik olan parçamı orada bulduğumu düşünmekten, kimbilir.
artık o evin yolunu bilmiyorum. hiçbir şekilde eve yorgun gelecek, bari yemeği ben hazırlayayım diye düşünmüyorum. yatağın soğuk tarafı hep benim. hasta olmamdan korkan hiç kimse yok etrafımda. bunları kaybettiğimde sanırım hiçbir şey eskisi gibi olmayacak diye düşünmüştüm. düşündüğüm gibi de oldu, eskisi gibi olmadı, daha değişik oldu. değişiklik güzeldir martavalını da okumadım, ne kendime ne de başkasına. toplamda daha kaç adım atacağımı bilmediğim dünya üzerinde daha da değişik durumlar, duygular yaşamak üzere, o son adımı atana kadar yürüyorum işte. benim gibisinin elinden de daha fazla bir şey gelmezdi zaten.
düzenli olarak yazabilecek miyim bilmiyorum, ama en azından deneyeceğime söz verdim :) ve ben hiçbir şey bile olsam, sözlerimi tutmaya çalışan biriyim.
Meriba
vay be, bir buçuk sene olmuş buralara hiçbirşey atmayalı. hastalıktan mıdır nedir bir anda aklıma gelince yazasım geldi. burnum sızdıran musluğa bağladı, iki rulo kaat bitti, artık acıyo lan krem sürünce bile. efes maçını izliyorum o da boktan. tv molalarında çıkan kuveyt türk reklamındaki tiplere falan kuruluyorum, o bizimkiler dizisinin ufaklığı olacak düdük makarnasına falan sardım kendi çapımda. sabahtan beri saracak bişiler yahut birileri arıyorum, bulamıyorum insanlar bile kaçıyor alenen. sanırım hastayken muhafazakar demokrat yapım çok öne çıkıyor. açık kafayla bu kadar oluyor kusura bakmasın artık insanlık.
bibuçuk senede nooldu bu beygirin hayatında. aşık oldu mal gibi. yani çok güzeldi aslında, da aşk olayı saçma işte, acıdan öte bi bok değil. 7 ay sürdü. 7 saatte aşık olduk, 3 gün içinde aynı eve çıkmaya bir hafta içinde de hiç ayrılmamaya karar verdik. sonra da evlenme teklif etmeye giderken ayrıldık. değişik bi kafaydı. ne yapalım, yaşanacağı varmış. avrupayı nicedir istediğim kadar gezdim ayrıldıktan sonra, hırvatistan, italya, belçika, finlandiya, hollanda hayvanın canlı performansına şahit oldu. güldük, eğlenir gibi yaptık, eğlenebildiğimiz günler bile oldu.
ilk defa takım elbise giydim, italyanlar şık olur'a inat. onlardan çok beni italyan sandılar, yakışıyormuş takım elbise onu öğrendik. ha öğrendik de neye yaradı, hiçbiskime. 26 mayısta takım elbiseyi üstümüzden çıkardık, 31 mayısta direnmeye başladık, durmadık. güzel günlere inandık, yara aldık. güldük ama, gülümsedik canımız yandıkça. hepsi güzeldi. diyeceğim o ki, değişen biskim yok hayatta, kendi bildiği gibi geçiyo işte.
bu güne dair bişi de diyeyim bari, sonra gündemden uzak öküz olmayalım. kızlı erkekli geyiklerine girmiycem, midem bulandı çünkü durmayan geyiklerden. ama şöle bi gazete anketi gördüm ya, bırakın bi nefes alıp küfredeyim hasta hasta.
kim karşı amk birlikte yaşamaya? birlikte yaşayanlar mı? yoo. neticesinde karşı olsalar yaşamazlar herhalde. demek ki ayrı ayrı yaşayan insanlar karşı. e tamam o zaman birader, siz de yaşamayın. yook. biz yaşamıyoruz ama siz de yaşamayın. peki şu soruyu napıcaz; "sana ne yarraam?" ben evde suaygırı beslesem, palyaço kıyafetiyle dolaşsam, sevdiceğimle yaşasam, yahut tamamen "sevişmeye" dayalı bi ev arkadaşlığı sürdürsem sana ne amk? ben cuma namazı öncesi caminin önünden geçerken duyduğum kesif ayak kokusundan sonra "toplanmayın lan kokuyosunuz" diyor muyum? bana ne ben girmiyorsam camiye, girenler de birbirlerinden hoşnutsa bana ne? "pilavlı var mübarek" diyenlere, "pilavdan yemeye geliyoruz" mu diyor insanlar? e o zaman, kimsenin hayat tarzına ıvırına zıvırına karışmıyoruz sloganıyla, afedersin insanın ta götünün deliğine kadar usul usul yaklaşmak nedir? kadın olsun erkek olsun bir araba dolusu insanla evimi paylaştım son 18 senedir. bir sorun sıkıntı da görmedim, sıkıntımız olunca zaten biz beraber yapamıyoruz deyip farklı yerlerde ikamet etmeyi bilebilecek kadar kafamız da çalışıyordu hani.
şiştim artık bu tip "kalleşçe" yahut "kahpece" yaklaşımlardan. şu anda fırsatım olsa kapar valizi, ilk uçakla sen de irlanda, ben diyim hollanda siktir olup giderdim bu memleketten, buruk giderdim ama dönmemek üzere basar giderdim yalan yok. en azından "börds niye engri?" demeyen birilerinin olduğu yerlere doğru, uzar giderdim. kısmet işte, belki olur. gideceğimiz olursa bir gün, o güne kadar buluruz kendimizi ardında güvenli hisettiğimiz bir barikat.
ben burnumu sildiim sümüklü menfilleri atmaya gidiyom, bi de viski dolduriim, pastil yok anca viskiyle idare ediyoruz, bekar evi hali işte. kafamız yok, umudumuz var. unuttuysan gel bi daha tanışalım okuyan kişi;
bibuçuk senede nooldu bu beygirin hayatında. aşık oldu mal gibi. yani çok güzeldi aslında, da aşk olayı saçma işte, acıdan öte bi bok değil. 7 ay sürdü. 7 saatte aşık olduk, 3 gün içinde aynı eve çıkmaya bir hafta içinde de hiç ayrılmamaya karar verdik. sonra da evlenme teklif etmeye giderken ayrıldık. değişik bi kafaydı. ne yapalım, yaşanacağı varmış. avrupayı nicedir istediğim kadar gezdim ayrıldıktan sonra, hırvatistan, italya, belçika, finlandiya, hollanda hayvanın canlı performansına şahit oldu. güldük, eğlenir gibi yaptık, eğlenebildiğimiz günler bile oldu.
ilk defa takım elbise giydim, italyanlar şık olur'a inat. onlardan çok beni italyan sandılar, yakışıyormuş takım elbise onu öğrendik. ha öğrendik de neye yaradı, hiçbiskime. 26 mayısta takım elbiseyi üstümüzden çıkardık, 31 mayısta direnmeye başladık, durmadık. güzel günlere inandık, yara aldık. güldük ama, gülümsedik canımız yandıkça. hepsi güzeldi. diyeceğim o ki, değişen biskim yok hayatta, kendi bildiği gibi geçiyo işte.
bu güne dair bişi de diyeyim bari, sonra gündemden uzak öküz olmayalım. kızlı erkekli geyiklerine girmiycem, midem bulandı çünkü durmayan geyiklerden. ama şöle bi gazete anketi gördüm ya, bırakın bi nefes alıp küfredeyim hasta hasta.
kim karşı amk birlikte yaşamaya? birlikte yaşayanlar mı? yoo. neticesinde karşı olsalar yaşamazlar herhalde. demek ki ayrı ayrı yaşayan insanlar karşı. e tamam o zaman birader, siz de yaşamayın. yook. biz yaşamıyoruz ama siz de yaşamayın. peki şu soruyu napıcaz; "sana ne yarraam?" ben evde suaygırı beslesem, palyaço kıyafetiyle dolaşsam, sevdiceğimle yaşasam, yahut tamamen "sevişmeye" dayalı bi ev arkadaşlığı sürdürsem sana ne amk? ben cuma namazı öncesi caminin önünden geçerken duyduğum kesif ayak kokusundan sonra "toplanmayın lan kokuyosunuz" diyor muyum? bana ne ben girmiyorsam camiye, girenler de birbirlerinden hoşnutsa bana ne? "pilavlı var mübarek" diyenlere, "pilavdan yemeye geliyoruz" mu diyor insanlar? e o zaman, kimsenin hayat tarzına ıvırına zıvırına karışmıyoruz sloganıyla, afedersin insanın ta götünün deliğine kadar usul usul yaklaşmak nedir? kadın olsun erkek olsun bir araba dolusu insanla evimi paylaştım son 18 senedir. bir sorun sıkıntı da görmedim, sıkıntımız olunca zaten biz beraber yapamıyoruz deyip farklı yerlerde ikamet etmeyi bilebilecek kadar kafamız da çalışıyordu hani.
şiştim artık bu tip "kalleşçe" yahut "kahpece" yaklaşımlardan. şu anda fırsatım olsa kapar valizi, ilk uçakla sen de irlanda, ben diyim hollanda siktir olup giderdim bu memleketten, buruk giderdim ama dönmemek üzere basar giderdim yalan yok. en azından "börds niye engri?" demeyen birilerinin olduğu yerlere doğru, uzar giderdim. kısmet işte, belki olur. gideceğimiz olursa bir gün, o güne kadar buluruz kendimizi ardında güvenli hisettiğimiz bir barikat.
ben burnumu sildiim sümüklü menfilleri atmaya gidiyom, bi de viski dolduriim, pastil yok anca viskiyle idare ediyoruz, bekar evi hali işte. kafamız yok, umudumuz var. unuttuysan gel bi daha tanışalım okuyan kişi;
...
yine kitapları, türküleri, bayraklarıyla geldiler,
dalga dalga aydınlık oldular,
yürüdüler karanlığın üstüne.
meydanları zaptettiler yine
beyazıt'ta şehit düşen
silkinip kalktı kabrinden,
ve elinde bir güneş gibi taşıyıp yarasını
yıktı şahmeran'ın mağarasını.
daha gün o gün değil, derlenip dürülmesin bayraklar.
dinleyin, duyduğunuz çakalların ulumasıdır.
safları sıklaştırın çocuklar,
bu kavga faşizme karşı, bu kavga hürriyet kavgasıdır.
N.H.R.
sabah sabah gaza geldim. affola.
dalga dalga aydınlık oldular,
yürüdüler karanlığın üstüne.
meydanları zaptettiler yine
beyazıt'ta şehit düşen
silkinip kalktı kabrinden,
ve elinde bir güneş gibi taşıyıp yarasını
yıktı şahmeran'ın mağarasını.
daha gün o gün değil, derlenip dürülmesin bayraklar.
dinleyin, duyduğunuz çakalların ulumasıdır.
safları sıklaştırın çocuklar,
bu kavga faşizme karşı, bu kavga hürriyet kavgasıdır.
N.H.R.
sabah sabah gaza geldim. affola.