hrr

Google'a "Liseli götü" yazarak buralara kadar gelen arkadaş. Götüne tamamen bir lise girse bile iflah olmazsın sanıyorum. Burada da liseli götünden gayrı ne ararsan bulursun. Bahtını sikeyim güzel kardeşim, git bir daha gelme mümkünse, ayarım bozuldu akşam akşam. Şimdi gugıl biraderime "liseli götü" yazacak durumdaki bir yurdum götünün psikolojisi konulu bir yazardım ama, browser açacak yüzün kalmaz korkarım. o yüzden hatta sen gitme, ben gideyim.

KLA

Your Spirit,
and,
My Voice.

Olmadı Şebnem Abla

sabahlardan herhangi birisiydi merak içinde uyandığımda. yoğun bir merak hissi sadece var olan, özel bir kişiyi yahut olayı filan değil, sadece kesif bir merak kokusu vardı odada. ev uzun zamandan sonra sessizdi, ve yardımıma gelecek kimse yoktu. hoş, olsa da yardım istemezdim. bir telefon uzaklığında beni hayata döndürebilecek en az 3-4 insan varken de yardım istememiştim zaten, her şey olacağına varır diye, gıda zehirlenmesinden kendi kusmuğumda yuvarlanıp acı çekerken de.
*
neyi, neden merak ettiğimi düşünmeye başladım istemsiz bir şekilde. nedeni zaten yok. neyi merak ettiğimi bilmek için ise, türlü acılardan geçerim diye tepkidi beynim. neresinden bakarsan bak belirsizdi hayat ve hiçkimse benim için kurallarını değiştirmezdi, hele hayatın kendisi, asla.
*
tanıdık bir saatti, en azından sabahın her saati kadar. bir zamanlar uykuya yatmıştım bu saatlerde, bir zamanlar uykudan uyanmıştım. sorgulamam gereken aslında neden uyandığımdı, neyi merak ettiğim yahut neden merak ettiğim çok kişiseldi, ve kişisel şeylerle uğraşmak geçtiğimiz yıllardan beri olduğu gibi zaman kaybıydı. resmin bütününü anlamamıştım ki, özel parçalarına ineyim? hem ben özel değildim ki zaten, benim için özel birşeylerin olmasına da hakkım yoktu. yani sanırım.
*
ısrarla bilgisayara düşen uyarılara uydum, o saatte uyarılsam ne olacağını düşünüyordu acaba uyaran? kayda değer bir şeyler değildi, en azından benim için. ortalama insanlar ölüm-kalım sorunlarına düşmedikleri sürece, kolumu kımıldatmam zaten o saatte dedim kendi kendime. dışarıdaki dairelere mensup olanlar, kendi merkezlerine yönelmeleri lazımdı, ben onların bulunduğu yere çekim kuvvetimi gönderemeyecek kadar umursamazdım.
*
soruyu bulmuştum en sonunda, "neden uyandım bu saatte? doğal olarak cevabı yoktu. iç huzur eksikliği teşhisi koydu kurullar buna. zaten rüyamda süresini bilmediğim bir periyod ağırlık kaldırmıştım ve ağrılar içindeydim. vücut değişik tepkiler vermek için tüm dengesiz evrenle mücadele içindeydi. ne de olsa benden bir parça diye düşündüm. sonrasında gülümseme efekti.
*
sonra cevap kendiliğinden geldi, belki zamanın kendisi kadar eski bir cümleyle. "one last shot to darkness, one last shot to happiness" diye. sessizce odama süzüldüm. kimseyi uyandırmadan aldım şişemi. yine keyifle içmek üzere alınmış bir şişeydi, yine şişeden içiliyordu. "olmadı Şebnem abla" dedim, "olmadı". "yine başaramadım, o da başaramamıştır eminim". sessizce balkona çıktım. bir gece sessizce gitme hayallerim bakiydi, ama o gece bu gece değildi. elimden geldiği kadar sessizce açtım kapağı, şehir bile duymadı. ağırdı zaten uykusu bu civarda, ama temkinli olmaktan zarar gelmezdi ki.
*
sonra bir yudum diye başlayıp kana kana içtim şişeyi. gözümün kenarından süzülen yaşla ağzımın kenarından süzülen alkolün birbirine değmemesine özen göstererek içtim. hayat devam ediyordu ve onunla beraber ben de edecektim. "bu gün söz" dedim kendi kendime. "bu gün söz, ama son bir yudum daha almalıyım". sonra sükunet çöktü şehrin üstüne düşen aydınlıkla, en azından martıların hisedebileceği kadarı. içim ile beraber martılar da susmayı seçmişti. zaten uçan martı sayısı bir elin parmakları kadardı. içimden çıkan ses de fazlası değildi hani.
*
uykudan uyandığımda sabah olmuştu. içmem de rüyaydı, martılar da. belki içimden gelen sesler Serhat'ın sesleriydi. akşama dair yaşanan tek şey, birkaç damla gözyaşıydı, yastıkla aramda. telaşla kalktım, şişe kapalıydı, hiç açılmamıştı. ama içindeki nazarımda çoktan içilmiş sayılıyordu, o şişeden herhangi bir damla ne sarhoşluk ne huzur verecekti.
*
"artık sadece yaşarken değil, yarı ölüyken bile beceremiyorum Şebnem abla. olmadı, başaramadım işte."
*
91

YR





O kadar rakı dedik ya, bu gün şu puslu havaya bir eşlik etmeliydi rakı.


Fonda Müzeyyen Abla, Dudakta Hüzünlü Tebessüm.


Bir de çöpkutum olsa, yeterdi hani.


Bilirsin beni, mutluluğumu.


Hep küçük şeylerdedir.


Sen hariç.


ben.

Uyan Dünya


Fırtınanın kalbine doğru sürmek vaktidir çelikten atlarımızı.

RAKI

geçtiğimiz günlerde bahsi geçmişti, sözkonusu rakı, genelde olduğu gibi. bayılıyoruz efenim bu işin felsefesine kaymaya. hepi topu kadehe doldur oradan iç değil tabi. pagan ritüelleri gibi olmasa da, bu meretin de kendine göre bir adabı var. obsesif bir halde olmasam da, bu işi kitabına kuralına göre yapmak hoşuma gidiyor :) tabiki de şu anda rakı şöyle içilir, böyle içilir diye ukalalık seansı yapmayacağım, haddime değil, ama öylesine rakı orjinli yazacağım. ah ama ondan evvel bir mail kontrol etmem lazım, dün yaptığım bir işin sonucu düşecek de, kafamda soruişareti kalmasın n'oluyoruz lan? konulu.
*
gelmemiş herhangi bir şey. rahat rahat yazalım o zaman. efenim evvel zaman içinde, rakı mükemmel bir şey olarak icad edilmiş bence. sadece bir eksiği var içinde, o kadarı da kadı kızında bile olur belki, detaylar önemsiz. rakının eksiğini içen tamamlar. herkes kendinden bir parçayı da doldurur o kadehin içine. o içine koyduğunuz eklenti de rakının gidişatını da, tadını da, öncesini ve sonrasını da, her şeyini etkiler.
*
misal beni ele alalım. yani lafın gelişi, yoksa ayı gibi bir adamım, ele avuca sığmam, asırlık çınar gibi oluyorum arada, sarılınmıyor. bahane tabi, sanki 5 metre çapımız, insanlar sarılmak istemiyordur. tercih efenim, bağıracak halim yok ya "i fuckin' love to cuddle" ulan diye. sarılmayın, iyi bok var :) benim tamamlayan unsurum kırı kbir kalptir. ben kalbim kırıkken daha bir güzel içerim şu rakıyı. kırık bir kalp abartılı durduysa, hüzün diyelim adına. ben eğlenirken rakı içemem. ne bileyim, millet masanın üstüne çıkar oynamaya elde rakı kadehi filan, korkarım o havaya çıkarsam ne rezillik olur diye filan bir şey yok, sadece o havadayken rakı olamaz işte, allaah havası sakat birşey. kaska bey askere gitmeden evvel biraz oynamıştık ama sanırım, çok ısrar etmişlerdi. ama gecenin geneline bakarsak 90-95% bir oranla yerimde oturup milan beyle sohbet etmeyi tercih etmiştim. arada gözlerim bile dolmuştu, ortamda sadece bizim masa 30kişi civarında, herkes eğleniyor filan derken, ben rakıdan sebep hüzünlü bir tebessüm oturmuştum. ilginç.
*
efenim adam gibi hüzünler rakının eş mezesidir, sadece bende değil, belki birçoğunuzda da. yani fondaki müziğin, içindeki düşüncelerin, sigarayı yakışın, boş tabakla göz göze gelmen, hepsi o hüzne ortak olmalıdır. paçalarından akmamalıdır ama hüzün, sadece bir aura gibi etrafında parlamalıdır. yani aslında hüzün parlamaz, daha karanlıktır. buğu gibi etrafında durmalıdır, gören hüznüne saygı gösterip yanaşmamalıdır bile. tabi içen olarak sorumluluk büyüktür. hüzünlü adam salya sümük ağlama yoluna girdiyse, kadehi ittirip kahveyi söylemenin vakti geçiyordur bile. hüzünlü adam bırakın "öpüjem" havasında olmayı, sarhoş olmayı bile tolere etmez, etmemelidir. sallanmanın çok hafifi kabul edilebilir, "adam bir büyük içti, olsun o kadar da" denmeli ardından en fazla, ha bir de gözleri kanlanmalı. vakur durmalı adam onlara rağmen. yine yıkılmamalı, hiç yıkılmamalı.
*
benim rakıdan en çok keyif aldığım anlardır hüzün anları. söyle be müzeyyen abla havasında, belki hafif mırıltılarla, belki sadece dudak hareketleriyle ona eşlik etmek, bakmak istediğin kişi yerine kadehe odaklanmaktır. terbiyelicesi, o kadın yoktur, belki hiç olmamıştır, belki hiç olmayacaktır, onu düşünüp, ona bakarmışcasına bakmalıdır adam. herkes anlamalı ama hiç kimse soramamalıdır. adam asil bir şekilde taşımalıdır o hüznü, kadına yakışacak asalette olmalıdır nereden bakarsanız bakın. kadın dahil olduğu için işin içine, denebilir ki rakı her zaman aşkı taşıyacak kadar, adam ise rakıyı taşıyacak kadar kuvvetli olmalıdır. rakının adamı daha güçlü yaptığı aşikardır, ama rakı ağırlıkları da daha ağır yapabilir. adam asla o ağırlığın altında ezilmemeli, adam olmalıdır.
*
şahsi tercihler ve varyasyonların bu kadar çeşitli olduğu yerlerde, seçimler sonsuz olsa da, en azından benim tercihim hep hafif masalardan yanadır. çok yüksek yüzdeyle kırmızı etle içmem ben mesela, anca kırk yılın başında biri mangal yapacak da, yahut ben mangal yapmaya ikna edileceğim de o şekilde, yoksa kırmızı eti sadece karın doyurmak için kullanmak benim için daha efektiftir. yaz yahut kış olması farketmez, mevsimlere bağlı mezeler kullanmadığım için, sıklıkla. başlangıç için, biraz kavun, haydari ve beyaz peynir idealdir. nedense peyniri tek başına getirmek ayıpmış gibi, illaki yanına domates ve salatalık da koyarlar. abi bari direk hepsini ekmeğin içine doldursaydınız da, hemen yutup kalksaydık derseniz, cıvık etiketi yersiniz, hüznünüze saygı duymaz kimse. o yüzden demezsiniz, ama dokunmazsanız onlara, yerlerini bile değiştirmeden, 3-5 defadan sonra garsonlar değişmez ise, kendiliğinden getirmemeye başlarlar, başarılıdır o hareketler. devamında masaya gelecek olanlar, muhtemel deniz börülcesi, söğüş bir karides salatası, maydonoz-karides-zeytinyağı'ndan teşekkül, canavardır. eğer gidilen yer balık ağırlıklı bir yer ise, kalamar söylenmesi iyidir. yok balık ağırlıkta bir yer değil ise, zeytinyağlı enginar idealdir, olmazsa olmazdır. masasının Hagi'si Rakıdır, ama bu konumda, enginar bir Popescu, bir Taffarel ağırlığındadır. hoş bireyler değil, Galatasaray önemlidir ama, sakatsız-eksiksiz-ideal kadrolu bir Galatasaray hayatın tek anlamıdır. ana yemek yahut sıcak tercih etmediğim için, onlar olmazsa da olur, ama illaki söylenecek ise, palamut yahut barbun da masadaki yerini alır, başarılı olur her şekilde.
*
salata kişilere göre değişir, herkesin tercihleri farklı olduğundan, masadaki kişilere göre salata şekillendirilebilir. ben tek olduğumda salata olmasa bile olabilir, olmazsa olmazlarım arasında değildir kendisi. buz da aynı şekilde. ben rakıya buz atmam, atana da karışmam ama atmamasını tercih ederim, bana neyse? :) finali meyveyle yapmak bana uzakttır, ha meyve olursa da hayır demem, ama sarhoşluktan azade, sadece bir kahveyle yakılacak bir sigara gecenin tadıdır, tuzudur.
*
ama gecenin starı her şekilde adam olmalıdır, adam orada olmasa bile kadını taşıyordur çünkü o ortamda. şu masadan "öpüjem" diye kalkarsanız, hüznün de, kalitenin de, klasın da önemi kalmaz. ben şahsen bok atarım, sanki hiç o halde kalkmamış gibi masadan, o tiplemenin aşkı ne olabilir ki, oradaki başrol oyuncusu olan kadın da en az o adam kadar salak gelir gözüme. halbuki adam adam gibi kalksa, kadında bir o kadar başarılıdır, düzgün adamı aşık etmiştir kendine düşüncesi hakim olur. hayat komplikedir, rakı masaları daha da :)
*
kırık kalpler rakının en güzel mezesidir efenim. kırık kalplere müzeyyen abla daha içli söyler, rakı hiç yakmaz kırık kalpli boğazları, kırık kalpler sigara dumanıyla boğulmazlar. gece ne erken biter onlara ne geç, saatten azade içer, rakıdan azade sarhoş olurlar, sarhoşluk denemez çünkü o olunan hale. başka bir adı var mıdır, konmalı mıdır tartışılır. yalın bırakmak daha iyidir diye düşünüyorum kendi adıma.
*
böyle işte. rakı güzeldir, rakı candır. hele de adam gibi içilirse, daha da bir candır.
sahi, sizin eksik parçanız ne?

Pictures of You

The Cure - Pictures of You
i've been looking so long at these pictures of you
that i almost believe that they're real
i've been living so long with my pictures of you
that i almost believe that the pictures are
all i can feel

remembering
you standing quiet in the rain
as i ran to your heart to be near
and we kissed as the sky fell in
holding you close
how i always held close in your fear
remembering
you running soft through the night
you were bigger and brighter and wider than snow
and screamed at the make-believe
screamed at the sky
and you finally found all your courage
to let it all go

remembering
you fallen into my arms
crying for the death of your heart
you were stone white
so delicate
lost in the cold
you were always so lost in the dark
remembering
you how you used to be
slow drowned
you were angels
so much more than everything
hold for the last time then slip away quietly
open my eyes
but i never see anything

if only i'd thought of the right words
i could have held on to your heart
if only i'd thought of the right words
i wouldn't be breaking apart
all my pictures of you

looking so long at these pictures of you
but i never hold on to your heart
looking so long for the words to be true
but always just breaking apart
my pictures of you

there was nothing in the world
that i ever wanted more
than to feel you deep in my heart
there was nothing in the world
that i ever wanted more
than to never feel the breaking apart
all my pictures of you






Şöyle bir baktım da, bu şarkıyı dinlemeyi özlemişim, sağolsun bilgiişlem, attı golünü dinletti. Şeytan diyor al yarına izin, bu akşam sevgiliyi izlemeyi müteakip git çöpkutusuna. Bir şişe, Bir adam, Bir çöp kutusu, Bir hayat. "umut kötülüklerin en büyüğüdür, çünkü acıyı uzatır"; Umut edebilen insanlara kıskançlık ve özlemle. Hangisi son bilmiyorum, ama yaklaştığını hissedebiliyorum. Hüzün çöküyor devamında da. Olacaksa hemen olsun bitsin, acısız olsun diye istemeyi bile haddime görmüyorum. İçip yeteri kadar uyuşursam hiç korkmayacağım, hiç acımayacak diye düşünüyorum, ama ayık karşılamam gerektiğini de biliyorum. Uzun zamandır üşümediğim kadar üşüyorum, belli etmemeye çalışırkenki çaba sıcak tutuyor sanki. Sonra replikler de, enerji de, zaman da, sahne de bitiyor. Romandaki gibi, cumartesi bitiyor ama cumartesiler bitmiyor. Hep uzatıyor umut, aklın kendini muhafaza etmesinin en görünür çabası gibi. Ne cumartesiler bitiyor, ne umutlar. Ama bunlara karşın, hayatlar bitiyor. İşte en boktan tarafı bu. Ölüyorsun, ve bunu biliyorsun. Ne kadar eğlenceli, di mi?

"to whom it may concern; FUCK YOU!"

"where've all the good men gone and where are all the gods?"
*
aslında bu arkadaşın başlığı puke olabilirdi, nicedir alkollü yazmıyordum. hoş alkollü olmuyordum ki, özellikle haftaiçi :) esti diyelim, güzel taraflardan esti, e bu çocukcağız da 2 kadeh parlattı dayanamayıp. o iki kadehin etrafında dönmüyor mu ulan dünya?
*
efem 23 dakikadır yürüyorum ne yazsam diye. sksinler ki yalan, sigara almaya gittim, yanında bira da aldım. yoksa ilham perimi bulup kaldırımda taciz edicem ulan diye bir çabam yok :) kesit yazayım bari yine, yargıdan azade.
*
pazar sabahı erken saatler, ölüm yıldönümü kutlamaları öğlesi, sabahına girergirmez başlanmış, tarçın, portakal ve gold buldurulmuş, şık olmuş havasıyla eve varılıp şaraba yüklenilmiş bir gecenin ardı, hissiyat güzel. akılda anesteziyle karışık uyuşturucular, mecazi anlamlar güzel, son demlerini yaşadığımız hayat daha ayrı güzel, aile şaşkın ama ailenizin hayvanı aynı standartlarda. "eighteen till i die" havasında modaya yürüyelim ki geç kalmayalım denmiş.
*
yıllardır "dilenci"lere para vermem efem, sadece şarapçılara sigara ve şarap veririm, nakten değil, sigara ve şarap formunda, onun haricinde bebekli kadınlara bile kafamı çevirip bakmam. son dört senede üç defa hariç. ikisi aynı kadın. birinciyi hatırlamıyorum, ikincide ağlayan bir kadına cebimdeki son beş liramı vermiştim, o da bana "geçen ay da benden bir mendil alıp paranın üstünü istememiştin sen" dedi, ben bilmiyorum "karıştırıyorsundur teyzeciğim" deyip geçmiştim, karıştırmıştır, üç değil iki saymak lazım birkaç cümle ötedeki saçmalığı.
*
tüm yol boyu koşarak geçti, geç kalmamalıydı adam, ki kalmayacaktı da, fakat dakika hesabıyla, eylemin arasından sıyrılıp yolunda giderken, her zamanki bildik yolda bilmedik bir cümle "n'olur yardım edin bana". ananksim dedi adam ve durdu bir anda. yol mahşeri kalabalık, bağıran adam tek, bakan kişi sayısı sıfır. aylar evvelinden bir tavsiye çınladı kulaklarda "ihtiyacı olanlara bir 5-10 lira verseniz sizden bir şey gitmez". adamın sesi acıyla yüklüydü, adam buna karşılıksız kalamazdı. tek sorunu kalabalık arasında bu parayı ona nasıl verirdi, onu da aşmanın yolunu buldu. dün akşam alkollüyken yolda bulduğu paranın adresi belliydi. adama parayı verdi, cevap yıktı. "hepsini mi?" varlığından eskaza haberdar olunan birim o adam için "hepsi mi?" idi, adamın gözleri doldu. sözü vardı kadına, sigara içmemeleri lazımdı. almadı. ama adam orada ağladı.
*
saatler saatleri kovaladı. hayat akarken çöp kutusuna nazır fotoğraf çekecekti adam, cesaret edemedi. bir sonraki sefer, mutlaka dedi. oysaki dün akşamdan kalan fotoğrafları düşünerek neden yapmadığını sorgulamaktan alamamıştı kendisini. ama adam buydu işte, korkuyordu belki de. çöpkutusu "süper bir yer"di ama insanın orada "götü donar"dı.
*
adam bokludere köprüsünde bir sigara yaktı, vay be. seneler sonra burada böyle duracağını söyleseler adam götüyle gülerdi. ilginç montun içinden bir bira çıkardı, sidik kıvamında. "en kısa zamanda tekrarlamak üzere" diye geçirdi içinden. "nefret ettiğim topraklarda mutlu bir adam" diye düşündü, düşman topraklara göz gezdirdi.
*
uykuya dalarken aklında düşünceler dönüp durmaktaydı. ne ortalıkta güzel adamlar vardı, ne de tanrılar -what if there is a god of gods?- hatırlatan olursa bir akşam da bununla ilişkili bir şeyler yazabilir adam-. adam baktı ve güldü, o anda ne güzel adamlar-kadınlar eksikti ne de tanrılar. bulunduğu ve bulunacağı yerler güzeldi ve çirkindi, iyiydi ve kötüydü, azdı ve çoktu, çünkü orada olanlar yaşananların nasıl olacağına kanaat getirenler, orada olanlardı sadece.
*
devamında adam 8 saatte bir düşündü, "acaba mı?" , sonra "kesin!" dedi, kimi oldu kimi olmadı. hayat kendi temposunda vururken düşündü "lan acaba geçen haftaki kadar vuruyor muyum bu ite?" diye, unuttu ki, seneler önce vurmaya çalıştığı o it, kendisini azad edemeyeceğini bile bile ondan hızlı koşmaya, kendisi gibi sebep-sonuç ilişkisine girmeden seven o "it"lerle aynı yuvada yatıp, bu yargılardan kendini özgür bırakmıştı. sonra adam tekrar düşündü, sktir lan sabah oldu ve ben uyanamadım diye, devamında hayat yine uyardı, sabah olmadı, senin saatine daha 5 dakika var diye.
*
0245 , dedi elton john adama, az kaldı senin zamanına. adam bakabildiği ölçüde eve baktı. gülümsemedi bile. gülümseyeceği zamana daha 11 dakika vardı.
*
"thats why it is called sacrifice"

to rise stronger;




Güzel Bir Gün




Bir bak bakalım linke okuyan kişi. Ben göremiyorum, proxy ayarlarıyla oynama isteğim yok, jacker kurmak ise hikaye, sevmem. Uyuzluğum tuttu biraz da, sarhoşluk sonrası sendromları herhalde, arayı uzattıkça sersemlik katsayısı artıyor normal olarak :)

Uzun lafın kısası, kafa düdüklemenin manası yok, bu gün benim ölüm yıldönümüm :) Nasıl geliyor kulağa? Eğlenceli di mi? Misal ben geçen sene tam da bu saatlerde yoğun bakımda "çek elini şuradan bir kalkayım topunuzun anasını skicem" diye bağırıyor olmasaydım, tam 365 gündür yaşadığım bu değişik şeyleri yaşamamış olacaktım, sen de beni çoktan unutmuş olacaktın. Yeme beni triplerine gerek yok, kim olsa unuturdu :) Üzülmezdim açıkçası, hatırlanma kaygım pek yoktur, bilirsin az çok beni.

Ama kötü haber, "am alive and kickin' it!"

Günün şarkısı MM'dan gelsin, Coma Black. Güzel bir gün olsun, ama sen ölme okuyan kişi, hiç eğlenceli bir numara değil. Valla. Ben öldüm, ondan diyorum. Biliyoruz da konuşuyoruz durumları yani :)

"Coma Black"

[ a) EDEN EYE ]

My mouth was a crib and it was growing lies

I didn't know what love was on that day

my heart's a tiny bloodclot

I picked at it

it never heals it never goes away

I burned all the good things in The Eden Eye

we were too dumb to run too dead to die

This was never my world you took the angel away

I'd kill myself to make everybody pay

This was never my world

you took the angel away

I'd kill myself to make everybody pay

I would have told her thenshe was the only thing

that I could love in this dying world

but the simple word "love" itself

already died and went away

This was never my world you took the angel away

I'd kill myself to make everybody pay

This was never my worldyou took the angel away

I'd kill myself to make everybody pay

I burned all the good things in The Eden Eye

we were too dumb to run too dead to die

[ b) APPLE OF DISCORD ]

Her heart's bloodstained egg

we didn't handle with care

it's broken and bleeding

and we can never repair

Happy Valentine's


Senden Başka Bir Sevdada Gülmedi Yüzümüz...



Kutlu Olsun Galatasaray'ım Sevgililer Günümüz..

En Büyük Asker


@ Hakkari Yüksekova
özledim ulan...

553

" nobody knows it but you've got a secret smile
and you use it only for me
*
so use it and prove it
remove this whirling sadness
i'm losing, i'm bluesing
but you can save me from madness
*
so save me, i'm waiting
i'm needing, hear me pleading
and soothe me, improve me
i'm grieving, i'm barely believing now, now
*
when you are flying around and around the world
and i'm lying lonely
i know there's something sacred and free reserved
and received by me only "
**
nedendir bilinmez sevgililer gününe sallayasım geldi bu gün de. ama çok klasik olacak diye "nasıl sallasam, nerden başlasam, kaç kişiydik o zaman bak, kaç kişi kaldık şimdi" durumlarındayım. (kişiye özel not: mfö dinlemeyeli çok oldu lan)
*
ay çok banal, çok manasız bir gün filan demek durumunda değilim, ay kapitalist uydurması lafları da çok saçma gelmiştir her daim. işin aslı şudur ki, iki kişi arasında kaldığında hoş olabilen bu durum, toplum içine yansıtıldığında çok vıcık vıcık durur benim gözümde. bir iki benzetmem var aslında ama benzetmelerden önce nasıl bir durum bu iki kişi arası durumu ona dokunayım.
*
efenim nazarımda bu durum için bi ev, yahut hazır kış ayındayız, çok kişinin gitmediği bir yerde açık havada bir çay bahçesi, bir bank, bir park gibi tezahür edebilir. "baak biz çok mutluyuz" "benim de artık bir sevgilim var" pozları insanların gözüne sokulduğu vakit işin ruhuna ters geliyor. kadın yahut erkek, çok kutlayasın var ise, güzel bir yemek hazırla evde, artık şarap mı, rakı mı ne içecekseniz karşılıklı ona göre bir durum hazırla, fona nuri alçonun saldırı sahnelerini, yahut ucuz porno film müziklerini andırmayan, şık bir müzik koy, ondan sonra sohbet mi edeceksin, karşılıklı ölü balık gibi bakışıp sırıtacak mısın, tamamen kendi seçimin sayın okuyucu. değer verilen aksiyon sevgili müessesesinin diğer tarafı mı, yoksa etrafa "hediye desen hediye, yemek desen yemek, çiçek desen çiçek" aksiyonu mu? diğer taraftan, bir sürü yerde bir dolu değişik insanla yemek yedim, içki içtim, sapıttım, dağıttım, ne varsa içimde döktüm ortaya, ama kuzguncuk sahilinde bir bankın verdiği huzuru, keyfi, birlikteliği hiçbir yer vermedi. tabi kişiden kişiye değişir tercihler ama, ne bileyim, alışveriş merkezinde elinde hediye paketi ve çiçek, "ulan öylesi mutluyuz ki paçalarımızdan akıyor" yapmacık pozlarından hep tiksinmişimdir.
*
şahsen şu anda bir sevgilim olsa, 14 şubatta moda sahilinde tam kalamış marinanın hizasına denk gelen, kayalıkların orada çok nezih bir modern çöp kutusu var. orası benim standup barım. oraya götürmek isterdim. ne biralar, ne viskiler, ne sohbetler geçti orda. hayatımın çok özel yerlerinden biridir orası, yanından geçmişseniz en fazla "çöp kutusu ulan" demişsinizdir, fazlası değil. ama orası özeldir. hoş bunu söylediğimde alacağım tepkiyi de merak etmiyor değilim. direk olarak terk edilme, çanta-şemsiye ile darp, dalga mı geçiyorsun? bakışları, envai çeşidi. anlamayacak yahut anlamak istemeyecek insana anlatılmaz "burada sadece sen ve beniz, burası güzel olursa da bizim sayemizde, boktan olursa da" diye. o yüzden, ben kerem yahut tolganın gelmesini bekleyip onlarla giderim o çöp kutusuna.
*
şöyle bir baktım yazdıklarıma da, zaten karışık yazmışım, sevdiklerim de uyuz olduklarım da geçmiş arada. ama illaki ekstra uyuz durumlar vardır, dur zorlayayım biraz kafamı.
*
klişe hediyeler boktandır mesela, ay lav yuu ayıcıkları, kalpli yastıklar, ne bileyim ben yılbaşı tribali kırmızı don/iççamaşırı takımları, kırmızı güller. sıradan olmayın ulaaaan. yahut sıradan hediyelerle geçiştirecekseniz bu boku, aslanlar gibi deyin "sıradan bir ilişkimiz var zaten, ben de sıradan hediyelerle dostlar alışverişte görsün aksiyonunu savdım" diye, olsun bitsin :)
yerse.
hoş geneli yemez bu durumlarda, herkesin yaşadığı en özelidir bu topraklarda.
*
hediyeyle insan etkilemek ayrı paraleli. ulan sen etkileyememişsin karşındakini, atıyorum aldığın kol saati yahut yüzük mü etkileyecek? ha kafam gireydi öyle işe :)
*
yıllar evveli, daha master yapıyorum, o zamanlar tabi daha heyecanlı bir durumdayım hayatın geneline karşı. geldi çattı bu sevgililer günü hadisesi, o gün de babam uğramış evime kahvaltıya, arkadaşlarına geçecek benden sonra, bense evde don paça maliyet muhasebesi çalışıyorum çünkü akşamında kol gibi bir sınav beni bekler. takıldı ne planlar var akşama dedi, ben de 70 yaşındaki maliyet muhasebesi hocamla randevum var, ırzıma geçecekmiş diye geçiştirdim, hiç anlamam maliyet muhasebesinden. babam gittikten sonra bir radyo açayım dedim, hoş sadece joy fm dinlerdim o zamanlar, a salak evladım o gün joy fm açılır mı? bir iki üç şarkı derken kendimi elimde şarap şişesi "hay mnskym herkes sevgilisiyle fink atıyor dışarıda, ben burada maliyet muhasebesiyle güreşteyim, ve sevgilim bile yok" psikoza girmişim, çökmüşüm. sınava kadar 5 şişe şarap içtim, kafa terelelli gittim sınava. hesap makinası bile almamışım "boş kağıt vericem, dışarda içmeye devam edicem" diye çıkılan evden, 83% alınmış bir sınav kağıdı ve bunalıma inat bir sokak arası kaldırımında sınıfın -bana göre- en güzel kızıyla şarap içip "biz bu hallere de mi düşecektik ulan, iyi ki beraber içiyoruz da toplayacak adam var" durumuyla noktaladık geceyi, ablayı taksiye bindirdikten sonrası yok ama bende, çok gelmiş o kadar şarap. hayatımın en değişik ve en spontane gelişen "özel gün" statülü günlerinden biriydi. belki de bu yüzden güzel geliyordur böyle daha "low profile" özel gün alternatifleri, üstümüzde eğreti durmuyor ne de olsa.
*
böyle işte, ne diye başladım yazıya, nerelere geldim kafam basmadı, istediğim gibi bir yaz oldu mu bilemedim, o ancak birkaç gün sonra çıkıyor ortaya. ama yazdım işte, istediğim gibi olmuş olmamış bilemem, ben de yazdığım gibi olmuş der geçerim. buraya kadar okuyan varsa -ki yazıktır- şarkıyla başladım, şarkıyla bitireyim efem. 553'ün sahibine gelmişti giriş şarkısı, bu şarkı kime gidiyor; bilemiyorum. hepi hepi velintayns dey e'fenim.
*
Your koolest smile
Brings me into koolest moods
Your koolest smile
Brings me into koolest moods
I don't know what to say
You're tricking me
Into something crazy
I can see
I don't want your sympathy
Or your games
They make me feel so insane
Your koolest smile
Brings me into koolest moods
I don't want your sympathy
Or your games
I don't want your sympathy
Or your games
Your koolest smile
Brings me into koolest moods
I don't know what to say
You're tricking me
Into something crazy
I can see
I don't want your sympathy
Or your games
They make me feel so
So insane
I don't want your sympathy
Or your games
I don't want your sympathy
Or your games
*
They make me feel insane...

Puke

nicedir aklımda birşeyler karalamak var, var olmasına da, nedendir bilinmez elim gitmiyor. yine bir yazım güçlüğüne düştüm herhalde. aslında arada eskiye dair anılardan, geçmiş güzel çirkin şeylerden bahsederek satır doldurabilirim de, yıllar evvel bir arkadaşım söylemişti. anlatacak çok hikayen var, ama yenilerini yaşamıyorsun, eskiye takılıp kalmışsın diye. garibim nereden bilsin, eskiye dair şeyleri kötülerken, bir anda eskiye dair ne varsa silip atacağımı. kendisi de çıkmıştı o karambolde hayatımdan. e şöyle bir bakıyorum da kendime, benden beklenebilecek hareket şekilleri bunlar :) adamlar boşuna dememiş vaktinde "careful what you wish, you might get it" diye. devamında hikayelerim kaldığı yerden devam etti, sürekli bir hikaye durumu var zaten hayatımda. artık bu şekilde yaşama isteğimden mi, yoksa "ben kaçıyorum ama onlar beni buluyor be abi" vaziyetleri mi, bilemedim. ama her zaman dediğim gibi, iyi biten her şey iyidir. hayatın asıl gayesi mutlu ve huzurlu olmaktır, bunu nasıl bulacağı yahut uygulayacağı insanlara kalmış. kişiler birbirlerine zarar vermediği sürece, kim nasıl mutluysa öyle yapsın. benim sevdiğim insanları mutsuz edecek şeyleri yapanlara ise kötü bir haber, kötüyüm ben bu aralar. kötülük eğilimlerimi geçtim, tersim. bu da ister istemez insanları belli riskler altında bırakıyor. neyse, bunlar öylesine düşünülenler.
*
dün sağnak yağmur altında yürürken üstüste 3 defa telefonum çaldı. ikisine göz ucuyla baktım, işyerinden arkadaşlar. götlüğüm tuttu, bu yağmurda telefonda konuşamam, keyfimi bozdurmam arkadaş dedim. bir yandan da telefon bozulsa yenisini alacak param yok şu anda, onun da sıkıntısı yok değil tabi. sonra bir defa daha çaldı telefon. bu sefer küfredicem kim bu kadar ısrarcı yaklaşıyor ulan diye hırsla çektim telefonu, ne göreyim, Dénis arıyor. sevindirik oldum bir anda. yıllar yıllar sonra görüşmüştük birkaç hafta önce, hep arada böyle gelirdi Dénis'den telefon, ben de arardım arada, ama ne bileyim, sevindim işte. "bu yağmurda telefonla mı konuşulur" lafları direk kıçımıza kaçtı tabi. tamı tamına dokuz dakika onüç saniye. son haftalar içinde bu kadar gülümsediğim yoktu. izmire gitme sözü verdim kendisine, bu gün uçak biletlerine baktım, kampanya dahilinde bilet yok, ama bir şekilde yolunu bulup gitmek zorundayım. söz verdiğimden değil, gerektiği zamanlarda verdiğim sözlerden dönmesini bilirim, ama istiyorum. hem de çok istiyorum. hem bahaneyle izmirde nicedir görmediğim insanları da görürüm bir ihtimal, tabi maksimum kişi başı 15 dakika. o kadar da bencilliğim olsun ama. n'apiim. :)
*
cuma akşamı volkan'la kadiköydeydim. kendimize uygun bir köşe bulduk, saatlerce konuştuk. 17 gün içki içmemiştim, 16 bira ile "sensational comeback" yaptım. Dénis'in kulaklarını çınlattım, onunla oturduğumuz masa doluydu, yoksa şömine yanı daha şık olurdu böyle bir dönüş akşamı için. volkan bu sefer de amerikaya yerleşmeye karar vermiş. bana da gaz veriyor, "gelirsin di mi?" diye :) sınırsız bir dünya istiyorum zaten, ha orada yaşamışım ha burada. beni buraya bağlayacak ekstra şeyler olmazsa alır valizi uçarım, içine sevdiğim 2-3 kıyafet atsam yeter bana. senelerce hayatı sırt çantasıyla yaşadım zaten, alışığımdır can babanın şiirinde dediği gibi, ilişikte yaşarım, kıyısından tutunurum her şeye. yıkmaz o yüzden kalıplar, en azından kolay kolay yıkmaz. ama tabi, çoğu alkol masasında olduğu gibi kesin konuşmaktan kaçındım, alkollüyken muhakeme yeteneğimi sınamak istemem, tek başımayken düşünürüm ama karşılıklı sohbetlerde ayık olsam daha şık derim herdaim :) yine aynı garson kız ilgilendi bizimle sağolsun, zaten değişik bir biyolojik saat ayarımız var kızla, tuvalete aynı anda gidiyoruz. ya da abla beni takip ediyor da bunu anlamaya benim dimağım yetmiyor :) en sonunda "ya seni her gördüğümde aklıma bira geliyor, bir araba dolusu içtim zaten lütfen yani" dedim, iyi güldü. e tabi, özellikle son dördü tamamen şartlı refleks olarak söyledim, onu görmesem aklıma gelmezdi :) sonra volkan üsküdar semalarına devam etti taksiyle, ben zeynepkamilde üssüme doğru yol aldım.
*
şimdii, istekler dedik. izmirde bir gece ve bir gün geçirmek istiyorum. valla. sonra küçük odamdaki tüm eşyaları atıp yerine bir bilgisayar masası, bir kütüphane, bir de tek kişilik koltuk, bilgisayar başında uyumak istediğim zaman yatağa gitmemek, uyuyakaldığım zaman en azından düzgün bir yerde uyuyakalırım. hoş bu oda işi izmirden zor. ikeadan baktım, masa+koltuk+kütüphane+aydınlatma yaklaşık 2500lira. oha dedim, moralim bozuldu. sanırım beceremiycem bu işi. ama olsun, istemek, denemek de güzel olacak. sonra dünya barışı istiyorum. şaka şaka, ona dair bir isteğim yok, onu ben istersem kainat güzellerine isteyecek bir şey kalmaz, görev paylaşımı yapalım, onlar dünya barışı istesin, ben daha şahsi isteklere yöneleceğim. sonraaa. düşündüm de, yok istediğim çok fazla birşey ya. yani bu kadar. yağmurdan mıdır nedir, motosiklet istemiyorum şu anda. güneş açıp sesleri duyulmaya başlasın, yine benim kaşıntım tutar.
*
feykencil yazmış gördüm, şarkı aklıma geldi. "nobody knows it but you've got a secret smile, and you use it only for me". herhalde bir kadına söyleyebileceğim en büyük iltifat olurdu. herifçioğlu yazmış benden önce. kıskandım anasını satiim. tabi çalmıştım bu lafı, söyledim bir kadına, şarkıyı da peşinden yolladım. sonra o da gülümsedi. içime işlemişti gülümsemesi. sonra bana bir şarkı yolladı. sonra zaman durdu. sonra bitti.
*
I've crossed deserts for miles
Swam water for time
Searching places to find
A piece of something to call mine
(I'm coming - I'm coming)
A piece of something to call mine
(I'm coming - Coming closer to you)
Ran along many moors
Walked through many doors
The place where I wanna be
Is the place I can call mine
(I'm coming - I'm coming)
Is the place I can call mine
(I'm coming - Coming closer to you)
"" CHORUS ""
I'm moving - I'm coming
Can you hear - What I hear
It's calling you my dear
Out of reach(Take me to the beach)
I can hear it calling you
I'm coming - Not drowning
Swimming closer to you
""Ooh - Ooh ""
Never been here before
I'm intrigued - I'm unsure
I'm searching for more
""CHORUS ""
Movin' - Comin'
Can you hear - What I can hear
(Hear it out of reach)
I can hear it calling you
Swimming closer to you
Many faces I have seen
Many places I have been
Walked the desert - Swam the shores
(Coming closer to you)
Many faces I have known
Many ways in which I've grown
Moving closer on my own(Coming closer to you)
I've got something to call mine
I've got someting to call mine
I'm moving - I feel it
I'm comin' (Comin') - Not drownin' (Drownin')
I'm moving - I feel it (Feel it)
I'm coming (Comin') - Not drownin' (Drownin')
"CHORUS "

ay biliv ay ken flay

Tanıştırayım efem, kendisi son zamanlardaki en iyi arkadaşım olur; Deve Dilaver.
Kıyafet kreasyonunu tamamlayamadım, bir parçam eksik ama o kadarını da tolere edersiniz, di mi?


Dün akşam yaklaşık 35 tane masum elfin katledilmesini müteakip kendisi uçmaya başladı.
Nedendir bilinmez böyle buglar oluyor arada, ben de "aaa uçan manda" demedim, işin sanatsal kısmına kaçmaya çalıştım. Bu vesileyle kendisini uçarken görüntüleyebildim. Uçurtmayı vurmasınlar modeli, yükselirken ateş altındaydım ama, 5-6 saniye içinde menzilden çıktım zaten, sağ ve de salimdir efem kendisi.



Bu da kendisine bir başka bakış açısı efem, miğferimiz de takılmış, "aha ne uçan mandası, bildiğin uçan ökküz!" diyebilirsiniz, kendisi içimdeki öküzün dışavurumudur. Ne şirin di mi? Hoş insan, cüce ve elf ırkları pek hoş demiyor kendisine. Masumları katletmekten aldığımız haz saymakla bitmez? Ne ben de mi hayvanım?

Zaten son zamanlarda öyle diyorlar ısrarla; "Dev, are you a black orc in real?"

HAHA

Pasaport

son günlerde dvd almaya adadım kendimi. bir hafta içinde aldığım dvd sayısı 16, izlediğim ise 5. sanki biraz dengesizlik var, ama en azından elimi attığım anda izleyebileceğim bir sürü filmim var artık. çizgi film alıyorum sürekli, bunun yanında vahşet temalı korku filmleri ve romantik komediler. satan kız hala çözemedi nasıl bir model olduğumu. ilginç bir korku filmini bulamayıp yerine aeonflux alan kaç kişi olabilir ki? insanlar her nanede bir tarz arıyorlar sanki. yok arkadaş benim tarzım. o anda hayata geldiği gibi karşılık vermeyi daha çok seviyorum ben. nasıl ki korku filmlerinde vücudumdaki tüm kaslar tel tel geriliyorsa, atıyorum eternal sunshine izlediğimde hala "joel'e o yapılır mıydı" hissiyatıyla elim şişe arıyorsa, 50 first kiss ile de arada ağlamak çok normal geliyor. sanki korku filminden hoşlanan insanlar başka hiçbir şey izleyemez gibi bir kanıları var insanların. arasıra olduğum, arasıra da olmak istediğim şeyleri izlemek keyif veriyor bana, başka bir şey değil. bunları yazarken de, mobil bir dvd cihazıyla moda kayalıklarında film izlemenin hayalini kurdum bir anda, esiyor sanırım ara ara. en güzeli bir düzyazı, yaşanan mı, yaşanması istenen mi, yoksa yaşanmış mı, bilemedim.
*
adam sıkkın bir şekilde evde oturuyordu. yapacak hiçbirşeyinin olmamasının yanında, hiçbirşey yapmak da istemiyordu zaten. hasta gibiydi, ama yatağa bile gitmeyecek kadar gönülsüz. hani hiçbir şey yapmak istemez ya canın, aynen öyle. o arada bir sesle irkildi, gece 23.08 ve gelen bir mesaj. "ne yapıyorsun bakayım, neredesin?" evde oturduğunu söyledi adam, içinde bulunduğu bokluktan hiç bahsetmedi. "kadıköydeyim ben" diyordu kadın "onca geçen senenin ardından, evet kadıköydeyim, buralardaysan görüşelim diye aramıştım". gülümsedi adam "kadıköy deplasman sayılmaz"dı ne de olsa. mesajlaşmalar, giyinme ve yol dahil saat 23.28de olması gereken yerdeydi, kadından bile önce. "çok mu belli ettim görmek için öldüğümü ne" diye düşündü. kadınla başbaşa bile kalmayacaktı oysaki, 2 arkadaşı daha gelecekti kadının, ama yıllar sonrası onu görmek bile çok değişik olacaktı adam için. holigan atkısını yukarı çekti. karla karışık yağmur yağıyordu ve adamı o saatte bu karanlık sokakta dikebilecek çok az güç vardı yeryüzünde. ve telefon çaldı, "tamam buraya kadarmış" diye düşündü o anda adam, "bir aksiliğin çıktığı ve gelemeyeceği haberinin gelmesinin bu kadar bile gecikmemesi lazımdı zaten". "ben geldim dediğim yere" diyordu telefondaki kuş cıvıltısı, "ama seni göremiyorum". "göstereyim o zaman kendimi" dedi adam, ve kadının yaklaşık 20 metre önünde belirdi, alışık olduğu gölgelerden dışarı çıkarak. "hiii canım" ve kapandı telefon. kadın kendinden beklenmeyen bir şekilde koşuyordu adama, yanındaki iki adamın garipseyen bakışlarının altında. "koştuğu adam da adama benzese" diye içinden geçirdi kısa boylu olan, çok belli ediyordu gözleriyle. diğeri nötr gibiydi, hoş bunların hiçbiri adam için hiçbir anlam teşkil etmiyordu. adam yıllardır beklediği bir anı yaşıyordu ve tüm dünya anlamsızdı o kısa an sinsilesinde. kadın adamın elini tuttu, "ee bizi nereye götürüyorsun?" normalde hiç adamı ntarzı değildi "hadi şurayagidiyoruz" demek, hep karşındakine sorardı ne yapmak istediğini, onun tercihlerini, ama şu anda sormaması içinde bulunduğu duruma daha uygundu. "şu bar idealdir" dedi, "servisi hızlı, müziği güzel, havası temiz". kadın sigara içmezdi, temiz hava solumalıydı, enazından adamın kirlettiği kadarı olsa yeterliydi, adam gün itibariyle sigarasından taviz verecek durumda değildi çünkü. senelerin girdiği ara hiçbirşey ifade etmiyordu sanki adam ve kadın için, sanki arada hiçbir şey yoktu. kısa boylu adamın, kadın ve uzun boylu adam arasında köprü olmaya çalışması bile fayda etmiyordu "ben cannes'a bakmıyorum ki, fotoğrafta merak ettiğim tek bir şey var" cümlesinin yanında, kısa boylu adamın çabaları nafileydi, en azından adam öyle olduğunu umuyordu. kadın erken kalkacaktı, o yüzden barı kapatmaya kadar kalmasa daha doğruydu. adam kendinde o arabaya binecek gücü bulamadığı için, tercihini barı kapatmaktan yana kullandı. sarılıp öptü kadın, adam da. adam kadının arkasından baktı, son bir geri dönüş yakalama umuduyla, hoş; yakaladı da. işte bütün geceler buna değer diye düşündü, aylardan beri ilk defa buradaydı, bir sebebi olmalıydı sanki. dudaktaki tebessümden, "ben bir bira daha alayım lütfen"e geçiş anlıktı, mutluluklar da anlıktı, ama öyle bir an, rutin geçen hayatta çok az şeye karşılık geliyordu. bar kapandı, bildik şarkılar tek tek sona erdi. adam her gittiğinde kavga çıktığı, bazen sıkı bir şekilde dayak yediği başka bir barın yolunu tuttu, holigan atkısı kulaklarına kadar çekilmiş, elinde oraya kadar idare edecek bir kutu bira, suratı asık ama içinde bir tebessümle. hava soğuktu ve karla karışık yağmur çiseliyordu. telefon çaldı, bir mesajdı gelen, sesten anladığı kadarıyla. ve tam o anda, dünyanın herhangi bir yerinde, baharla gelen bir çiçek açıyordu, kendi baharlarını kış olarak yaşamaya tutkun adam bundan her şeyiyle emindi. "to blossom blue, is to blossom without you"
*
şu anda canım şarkı dinlemek istedi, hangi şarkı olduğunu bilmeden. sigaramı yakıp balkona çıkmak, elimde bir mug kahveyle, fon müziği olarak almak şarkıyı ama, istanbula KARŞI, istanbul KARŞI, belki bir tebessüm, belki bir küfürle, ama özgürce, ama dimdik ufka bakarak, ama ayık, ama huzurla.