ilk kampımızın başarılı geçmesinden sonra sıkı bir gaza gelmiştik açıkçası. amatör de olsa, kenarından köşesinden ufak tefek ekipmanlar toplamaya başladık. artık benim de bir baltam vardı mesela. güvenlik amaçlı bir saldırı bıçağı edindim, karanlıkta parlamayan cinsten. çantamın yetersiz olduğunu görüp, bir sırt çantası aldım. kılık kıyafette sorun olduğunu düşünmüyordum henüz, sonuçta ekim ayı yani, ne kadar sıkıntı yaşar ki benim gibi üşüme nedir bilmeyen doğal hayvan? yaşamadı zaten. bu sefer gitmeden önce, alkol kürüne mi gidiyoruz ulan dedik, rakıya falan bulaşmamaya karar verdik. yiyecek alışverişini sıfıra ne kadar yaklaştırırsak alkolü almamız o kadar zor olur diye düşünen ben, istanbuldan bir sürü ufak sandviç ekmeği aldım, kampa çıkmadan önceki bütün geceyi sandviç yaparak geçirdim. (evet ne gülüyon, yaparken yemek yasak mı yani?) ben bunlarla uğraşırken, Zafer de elfeneri, kamp lambası, yakacak/tutuşturacak aparatlar gibi şeylere yönelmiş. farketmeden değişik noktalara odaklanıp acayip bir takım çalışması sürdürebiliyoruz bunu farkettik. ya 25 yıllık arkadaşlığın getirisi, ya da değişik takıntılarımız var, henüz emin olamadım hangisi diye.
ya gitmeden önce en fazla dikkat edilmesi gereken husus bence gidilecek yer hakkında maksimum bilgiye sahip olmak. ki ben bunu hiç yapamadım, ders çalışırmış gibi geliyor çünkü, içimdeki kabullenmez dürtü "amaan nolcak gidince görürsün" şeklindeki yaklaşımıyla hep beni kandırıyor. şerefsiz işte :) bu sefer suyun diğer tarafına, Kırklareli/Saray civarına bir yere gidelim dedik. çok biliyorum ya civarı, haa tamam o zaman deyip salladım araştırma okuma işini. otobandan bir saatte ulaşabileceğimiz yere avcılar istikametinden çıkıp 4 saatte ulaşmamızın sebebi bundandır. mal demeyin kırıcı olmayın. Saray'ı geçtikten sonra Kastro'ya gitmeye karar verdik, gps sağolsun yolu bulması kolay gayet. fakat inin cinin top oynadığı yerde, elektronik müzik festivali olması kaderin cilvesiydi herhalde. tip olarak bizim gibi, ama kafa olarak benden üç sigara ileride bir çok arkadaş vardı etrafta. tabiki orayı tercih etmedik. oradan kıyıköy, kıyıköyün içinde bir tur, hatta "siktiret çadırı, burda gömelim rakıyı balığı, akşam da bi pansiyonda yatarız amk" hissiyatını bile savuşturduk. kıyıköy civarında bir barajımsı yer var, oraya girdik, giderseniz siz girmeyin, manda pisliğinden başka bi numara yok. Oradan kendimizi rüzgargülü santralinin içine vurduk, bozcaadadaki rüzgargüllerinden alışıktım lakin çok büyükler lan. çıkardıkları sesler falan insanda "ulan iki contası gevşese aar sıçtık birader" hissiyatı uyandırıyor. orda da bisürü öküz vardı, orası da kokuyordu sanırım :) öküzler rahat yaratıklar tabi, pat küt indiriyorlar nereye denk gelirse. severim kendilerini. vakit geç olmaya başlayınca "ulan kurulacak yer mi bulamiycaz" sıkıntısı başgösterdi. o yüzden de gidilecek yeri tanımak önemli. etrafı biliyorsanız sıkıntı yok, güneş batmadan bi saat önce kurulmaya başlasanız her şeye yeter vakit, ama bizim gibi işi şansa kısmete bırakırsanız biraz daha riskli olabiliyor. ama ikisi de eğlenceli tabi. Kastro tarafına bir yere yönlendiğimizde, dönüş yolü üzerinde sola sapan bir stabilize yol gördük, kaşıntı tabi girdik. biraz ileris ibir köy, köyde de "iskele" tabelaları görünce, aha çökecek bir deniz kenarı bulduk diye saldırdık. buranın yolu da sıkıntılı, altı alçak arabalar için. tedbirli olmakta fayda var. (sefer totalinde karteli delmeye çok yaklaştığımızı, egzozu patlattığımızı ve sağ ön lastikten yanık kokuları gelmeye başladığını belirteyim İstanbula dahil olduğumuzda.)
umutların azalmaya başladığı zaman, ileride terkedilmiş bir jandarma karakolu bulduk. uzun zamandır terkedilmiş herhalde, biraz bakındıktan sonra kıyıya inen stabilize yola attık kendimizi. zar zon indirdikten sonra arabayı, etrafımızda av için gelmiş birkaç arabanın olduğunu gördük, köpekleri çadırları falan, niyetler farklı olsa da bizim gibi insanlar vardı etrafta, bu kısım güzel hisettirdi. vurduk çantaları çadırı sırtımıza, sahil şeridinden başladık şansımızı zorlamaya. yaklaşık bir 15 dakikalık yürüyüşten sonra, tam kıyı şeridinde acayip güzel korunaklı bir köşe bulduk kendimize, rüzgar falan çıksa bile götü kurtardık hacı nidalarında, direk kuruluma geçtik. yaklaşık olarak 15 dakika içinde, çadır hazır, kampetler şişirilmiş, ateş yanmıştı. o kıyı bölgesinin şöyle bir güzelliği var ki, denizin kışın kıyıya attığı dal ve ağaç parçalarının alayı kurumuş bir şekilde kenara yığılmış durumdaydı. ben balta aldım ya, kullanacak bir alan çıkmayacak olması gayet normaldi tabi :D mekan inanılmaz güzel. Karadenizin güzelliği herhalde, yaklaşık olarak 24 saat kaldık orada, ve bu 24 saat dahilinde sürekli dalga sesi dinledik. bir saniye kesilmedi. sınırsız odundan faydalanmak da cabası, yaramaz veletler gibi sürekli ateşe odun attık. yorgunluktan saat 10'u görmeyiz derken yatarken gece saat 2 civarına gelmişti sanıyorum. konserve kutusundan tava yapıp köfte yaptık misal, komikti. bira kuyularını kesip su ısıtacak aparatlar yaptık, kahveyi kurtardık. bendeniz her ortamda olduğu gibi hemen sigaramın peşine düştüm, ateşbaşı keyfi yaptım kendime. sohbet muhabbet gırgır. hepsi güzeldi. (ha, buraya ufak dipnot olsun. ufak bir mp3 çalar ve bira kutusu kadar, sacayağı şekline gelebilen bir kolonum var, oradan müzik bile dinledik bir ara. çok diskodiskoydu ama, spor salonunda kullandığım için. bir sonrakinde çok ağır bir şekilde müzeyyen senar olacak içinde, artık başımıza neler gelir meçhul)
sabah 6da falan kalktım, uyuduğum dört saatin yarısında midem yanıyordu, huzursuzdum zaten. burada da ufak tefek ağrıkesicidir, mide ilacıdır, acil durumlarda kullanılabilecek birkaç ilacın işe yarayabileceğini akıl ettim, artık bir tane var çantamda. lazım olursa kampeti bağladığım yerin hemen altında okuyan kişi, ihtiyacın kadarını her zaman alabilirsin, paylaşımcı insanlarızdır. iyi ki yanmış ama midem, çok uzun zamandır görmediğim güzellikte bir gündoğumu yakaladım, hatta güzel fotoğraflar da çektim orada. limitsiz odunla ateşi harlamak, yok efenime söyliim sabah kahvesi, etrafta biraz yürüyüş, hazırlanan sandviçlerin sonuncularıyla sabah kahvaltısı. hepsi güzeldi de, bizim kendi açımızdan geziyi unutulmayacak kılan aksiyon, benim dayanamayıp kendimi denize atmam ve peşimden Zaferin de gelmesiyle başlayan olaylar sinsilesiydi. ekim itibariyle don paça kendini suya atan iki dengesizi görecek kimse olmaması, etrafın ayıbı. kamp çantamdan neden ananas çıktı, biz sularımız süzülürken neden ananas yedik, vallahi bilmiyorum. doğaçlama gidiyor orası.
ayrılma saati yaklaşınca biraz buruk ayrıldık açıkçası, orada geçirebilecek birkaç günümüz daha olmasını çok isterdim. dönüş basit, Saray'a ulaşılıp yenilen bir yemek, yerel radyolar eşliğinde bağıra çağıra şarkılar söylemek, İstanbul'dan gelen uyarı smsleri, hepsi gayet komikti. eve vardığımızda hepsine değdiğini düşünüyorum açıkçası. yeni tecrübe, yeni dersler ve yeni anılarla bitirdik bu işi de diye, huzurla daldım uykuya, tek sıkıntım yarın sabah kalkıp toplumun içine karışıp işe gidecek olmamdı.
koyim bütün sendromlu pazartesilere efenim, size bişi olmasın.
ya gitmeden önce en fazla dikkat edilmesi gereken husus bence gidilecek yer hakkında maksimum bilgiye sahip olmak. ki ben bunu hiç yapamadım, ders çalışırmış gibi geliyor çünkü, içimdeki kabullenmez dürtü "amaan nolcak gidince görürsün" şeklindeki yaklaşımıyla hep beni kandırıyor. şerefsiz işte :) bu sefer suyun diğer tarafına, Kırklareli/Saray civarına bir yere gidelim dedik. çok biliyorum ya civarı, haa tamam o zaman deyip salladım araştırma okuma işini. otobandan bir saatte ulaşabileceğimiz yere avcılar istikametinden çıkıp 4 saatte ulaşmamızın sebebi bundandır. mal demeyin kırıcı olmayın. Saray'ı geçtikten sonra Kastro'ya gitmeye karar verdik, gps sağolsun yolu bulması kolay gayet. fakat inin cinin top oynadığı yerde, elektronik müzik festivali olması kaderin cilvesiydi herhalde. tip olarak bizim gibi, ama kafa olarak benden üç sigara ileride bir çok arkadaş vardı etrafta. tabiki orayı tercih etmedik. oradan kıyıköy, kıyıköyün içinde bir tur, hatta "siktiret çadırı, burda gömelim rakıyı balığı, akşam da bi pansiyonda yatarız amk" hissiyatını bile savuşturduk. kıyıköy civarında bir barajımsı yer var, oraya girdik, giderseniz siz girmeyin, manda pisliğinden başka bi numara yok. Oradan kendimizi rüzgargülü santralinin içine vurduk, bozcaadadaki rüzgargüllerinden alışıktım lakin çok büyükler lan. çıkardıkları sesler falan insanda "ulan iki contası gevşese aar sıçtık birader" hissiyatı uyandırıyor. orda da bisürü öküz vardı, orası da kokuyordu sanırım :) öküzler rahat yaratıklar tabi, pat küt indiriyorlar nereye denk gelirse. severim kendilerini. vakit geç olmaya başlayınca "ulan kurulacak yer mi bulamiycaz" sıkıntısı başgösterdi. o yüzden de gidilecek yeri tanımak önemli. etrafı biliyorsanız sıkıntı yok, güneş batmadan bi saat önce kurulmaya başlasanız her şeye yeter vakit, ama bizim gibi işi şansa kısmete bırakırsanız biraz daha riskli olabiliyor. ama ikisi de eğlenceli tabi. Kastro tarafına bir yere yönlendiğimizde, dönüş yolü üzerinde sola sapan bir stabilize yol gördük, kaşıntı tabi girdik. biraz ileris ibir köy, köyde de "iskele" tabelaları görünce, aha çökecek bir deniz kenarı bulduk diye saldırdık. buranın yolu da sıkıntılı, altı alçak arabalar için. tedbirli olmakta fayda var. (sefer totalinde karteli delmeye çok yaklaştığımızı, egzozu patlattığımızı ve sağ ön lastikten yanık kokuları gelmeye başladığını belirteyim İstanbula dahil olduğumuzda.)
umutların azalmaya başladığı zaman, ileride terkedilmiş bir jandarma karakolu bulduk. uzun zamandır terkedilmiş herhalde, biraz bakındıktan sonra kıyıya inen stabilize yola attık kendimizi. zar zon indirdikten sonra arabayı, etrafımızda av için gelmiş birkaç arabanın olduğunu gördük, köpekleri çadırları falan, niyetler farklı olsa da bizim gibi insanlar vardı etrafta, bu kısım güzel hisettirdi. vurduk çantaları çadırı sırtımıza, sahil şeridinden başladık şansımızı zorlamaya. yaklaşık bir 15 dakikalık yürüyüşten sonra, tam kıyı şeridinde acayip güzel korunaklı bir köşe bulduk kendimize, rüzgar falan çıksa bile götü kurtardık hacı nidalarında, direk kuruluma geçtik. yaklaşık olarak 15 dakika içinde, çadır hazır, kampetler şişirilmiş, ateş yanmıştı. o kıyı bölgesinin şöyle bir güzelliği var ki, denizin kışın kıyıya attığı dal ve ağaç parçalarının alayı kurumuş bir şekilde kenara yığılmış durumdaydı. ben balta aldım ya, kullanacak bir alan çıkmayacak olması gayet normaldi tabi :D mekan inanılmaz güzel. Karadenizin güzelliği herhalde, yaklaşık olarak 24 saat kaldık orada, ve bu 24 saat dahilinde sürekli dalga sesi dinledik. bir saniye kesilmedi. sınırsız odundan faydalanmak da cabası, yaramaz veletler gibi sürekli ateşe odun attık. yorgunluktan saat 10'u görmeyiz derken yatarken gece saat 2 civarına gelmişti sanıyorum. konserve kutusundan tava yapıp köfte yaptık misal, komikti. bira kuyularını kesip su ısıtacak aparatlar yaptık, kahveyi kurtardık. bendeniz her ortamda olduğu gibi hemen sigaramın peşine düştüm, ateşbaşı keyfi yaptım kendime. sohbet muhabbet gırgır. hepsi güzeldi. (ha, buraya ufak dipnot olsun. ufak bir mp3 çalar ve bira kutusu kadar, sacayağı şekline gelebilen bir kolonum var, oradan müzik bile dinledik bir ara. çok diskodiskoydu ama, spor salonunda kullandığım için. bir sonrakinde çok ağır bir şekilde müzeyyen senar olacak içinde, artık başımıza neler gelir meçhul)
sabah 6da falan kalktım, uyuduğum dört saatin yarısında midem yanıyordu, huzursuzdum zaten. burada da ufak tefek ağrıkesicidir, mide ilacıdır, acil durumlarda kullanılabilecek birkaç ilacın işe yarayabileceğini akıl ettim, artık bir tane var çantamda. lazım olursa kampeti bağladığım yerin hemen altında okuyan kişi, ihtiyacın kadarını her zaman alabilirsin, paylaşımcı insanlarızdır. iyi ki yanmış ama midem, çok uzun zamandır görmediğim güzellikte bir gündoğumu yakaladım, hatta güzel fotoğraflar da çektim orada. limitsiz odunla ateşi harlamak, yok efenime söyliim sabah kahvesi, etrafta biraz yürüyüş, hazırlanan sandviçlerin sonuncularıyla sabah kahvaltısı. hepsi güzeldi de, bizim kendi açımızdan geziyi unutulmayacak kılan aksiyon, benim dayanamayıp kendimi denize atmam ve peşimden Zaferin de gelmesiyle başlayan olaylar sinsilesiydi. ekim itibariyle don paça kendini suya atan iki dengesizi görecek kimse olmaması, etrafın ayıbı. kamp çantamdan neden ananas çıktı, biz sularımız süzülürken neden ananas yedik, vallahi bilmiyorum. doğaçlama gidiyor orası.
ayrılma saati yaklaşınca biraz buruk ayrıldık açıkçası, orada geçirebilecek birkaç günümüz daha olmasını çok isterdim. dönüş basit, Saray'a ulaşılıp yenilen bir yemek, yerel radyolar eşliğinde bağıra çağıra şarkılar söylemek, İstanbul'dan gelen uyarı smsleri, hepsi gayet komikti. eve vardığımızda hepsine değdiğini düşünüyorum açıkçası. yeni tecrübe, yeni dersler ve yeni anılarla bitirdik bu işi de diye, huzurla daldım uykuya, tek sıkıntım yarın sabah kalkıp toplumun içine karışıp işe gidecek olmamdı.
koyim bütün sendromlu pazartesilere efenim, size bişi olmasın.