Kamp Günlüğü 1 (sülüklü göl)

ailemizin hayvanı olarak ben, yaklaşık 25 yıllık arkadaşım olan Zafer ile birlikte kampa merak sardık. standart amatör hevesler işte. hem düzenli olarak buluşmamıza vesile olur, hem de kırk yılın başında faydalı bir iş yapmış oluruz diye, emektar çadırı sırtımıza vurup civarımızda olan kamp ve trekking alanlarını şenlendirmek amacıyla düştük yola, yaklaşık olarak son üç aydır. çok iddialı bir yaklaşımımız olmadan, ayda bir hafta sonu gibi bir ortalama tuttursak iyidir dedik, demez mi olaydık, yoksa iyi ki dedik mi, zaman gösterecek.


ilk seferinde kendimizi çok zorlamayacak bir alan olarak düşündüğümüz sülüklü gölü hedefimizdeydi. İstanbul'dan yaklaşık olarak 2 saatlik bir sürüş mesafesinde, uzak bir yer değil. yer hakkında çok detaylı bir araştırma yapmadan, birer sırt çantası ve bir çadırla gideriz dediğimiz yol, bize bir bagaj dolusu piknik malzemesi, balık taşıma kasalarında buzlar, dondurulmuş etler, rakılar ve binbir türlü gerekli gereksiz eşyayı yanımıza almamız olarak nihayete erdi. sabahın düdük saatinde düştüğümüz yolda, öğlen olmadan çadırımızı kurmuştuk bile :)

olay mahalline yakın köylerden her türlü alışveriş yapılabiliyor. direk olarak bir gün öncesinden alışveriş yapıp çanta hazırlamak gibi bir mecburiyet yok. herhalde geleni gideni de çok ki hiç garipsemiyor insanlar şişme yatak benzeri şeyler istenildiği zaman.

Eylül ayı itibariyle sülüklü göle araç girişi 20 tl, bir çadır kurmak için de 10 tl idi. bu da ayıptır söylemesi "dağa gidiyoruz eamuğakoyyim paraya ne ihtiyacımız olacak yanımızda" diyen bana enlemesine kapak olmuş bir hadisedir, güzel güldürmüştür lakin Zafer de beni dinlemiş olsa, ebesinin dingiline kadar yol tırmandıktan sonra kös kös geri dönmek zorunda kalabilirdik. Meraklısına not, alabalık üretim tesislerinin sonuncusuna kadar asfalt var, lakin oradan sonraki tırmanma şeridinde en iyi yol mıcır, akan yağmur sularından dolayı stabilize yolun çok büyük bir kısmı girintili çıkıntılı, bazıları krater boyutunda, altı vurabilecek bir arabayla çıkması hakikaten zor. garibim Zafer bayya ter attı o yolu çıkana kadar.

gölü ilk gördüğüm an hakikaten götümün kapağı kaydı. yemyeşil ağaçlarla kaplı dağların ortasında resmen zümrüt yeşili bir göl. hiçbir şey yapmadan huşu içinde izlenesi bir yer. zaten şöyle de bir olay var ki, yeni nesil çadırları kurması çok kolay, tam otomatik neredeyse, çok da zahmetli bir süreç olmuyor. çadır içinde ikimizde de birer tane şişme yatak vardı, benimki biraz battal boy olsa da iki kişilik çadıra birer yatak, birer de sırt çantası rahatça sığıyor, fazlasını almamak lazım ama. yatağı şişirmek için ciğerlere güvenilmiyorsa eğer, yanında pompa taşıması lazım insanın :) ben şişirebiliyorum hala, ama dipnot olarak kalsın burada, devamında makarası çıkacak çünkü.

bizim bu seferde yaptığımız gibi, tavladan tutun da gerekli gereksiz beşbin tane şeyi yanımıza almamızı bile kaldırdı çadır da, ne kadar gereksiz olduğunu gidince görüyorsun. zaten hiç görmediğin bilmediğin bir ortamda aklına dahi gelmiyor o işler. mecburi olan şeyler belli, soğuktan korunma aparatları, ateş ve yemek yapma aparatları (sandviçle bunları da geçiştirme şansı her zaman var, bir sonrakinde ona da değinicem) ve gerekli durumda götü kurtarmak üzere güvenlik aparatları. geri kalan her şey o veya bu şekilde kozmetik ürünler, alınması mecburiden ziyade, gidenin keyfine kalmış şeyler. gamsız olmak en temizi :)

efenim çadırı kurduk, yatakları şişirdik, çantaları civara açtık. her hevesli insanın yapacağı ilk harekete direk olarak giriştik. odun toplayıp ateş yakalım bari diye. tam o arada, yaklaşık 50 metre sağımıza İstanbul'dan iki arabada üç arkadaş geldi, üç tane tek kişilik çadır kurdular. afedersiniz biz mal gibi kuru dal parçalarını toplamak için bel tutulmasına yönelik hareketler yaparken, arkadaşlar işbölümü çerçevesinde balta vb. ekipmanlarla bizim yarım saatte topladığımız odunun 5 katını 10 dakikada kesiverdiler. işte o an kafama dank etti. BENİM DE BİR BALTAM OLMALIYDI. notumu aldım. medeniyete dönünce ilk iş bir balta edinecektim. Zafer de doğası gereği, balta değil de testere daha iyi olur diye verdi notunu. işbölümü tam orada başladı işte :) kuru dallar yanında, bazı durumlarda tam kurumamış ağaç dalları da, reçinenin yanma kolaylığı sağlamasından ötürü tercih edildi tarafımızdan (tamam arkadaşların stoğundan biraz çalmış olabiliriz, kızmasınlar :P) kozalak benzeri şeyler tutuşturmak için çok faydalı. benim çantamda potansiyel yaralanmalara karşı dezenfektan olarak kullanılmak üzere kolonya vardı, ateşi tutuşturmamız 3 dakika bile almadı. gelecek günler için bu göt kalkması hayra alamet değildi tabi.

bizim burada fark etmediğimiz lakin açık havada birebir yaşadığımız çok acı bi gerçek var. yüksek rakımda, sis çökmeye başladığı andan yaklaşık olarak 5 dakika içinde her yere çökmüş oluyor ızdırabına sürtüniim. resmen üç beş dakika içinde göz gözü görmeyecek kadar bir sis çöktü, ve yağmur başlayana kadar da dağılmadı. genelde araç kullanırken kullanılan sarı görüş gözlükleri işe yarayabilir o durumlarda. elzem değil ama. hayatımda doğada en çok keyif aldığım anlar arasında rahat ilk üçü zorlardı o sisin çökme anı. devamında başlayan yağmur da şık oldu. tam hazırlıklı olmamamıza rağmen çok korkutucu bir durum yoktu an itibariyle.

ateşe odunu zırt pırt atma şımarıklığı. en çok başa gelecek şey. o yüzden odun gereğinden daha fazla toplanmalı. bitiyo çünkü meret. sadece yiyecek hazırlamak için değil, ısınma, su ısıtma, havaya girme, ve hatta sinek ve yabani hayvanları uzak tutmak için çok gerekli bir şey olduğundan dolayı o odun bitmemeli. hem de kampın çadırın şanındandır yani, önünde ateşi yanar, ne bileyim kararmış bi tenceresi, çaydanlığı vardır illaki.

bir içtim, bir içtim ki o gece, keyiften yoruldum, o temiz havada nerdeyse bi yüzlük içmişim farkında değilim. ateşte birşeyler pişirmesi, ne bileyim su ısıtmak için bira kutusundan cezve devşirmesi gibi işlerle uğraşırken, sohbet muhabbet alkolün farkında varmamışım. çok akıllıca bir hareket değil kampta çok içmek, zaten ben de çok akıllı değilim. herkese tavsiye etmem. ha o gecenin özelinde gece saat 2 gibi bir çakal uluması duyduk ki, (ben başta bariz kurt ulumasına benzetince biraz gerilmedim değil, sonra alıştım) sarhoşluk falan kalmadı tabi teyakkuz durumundan. hoş eldeki aparatlarla kurt gelmiş olsa hiçbir bok yiyemezdik, ama insan tribe giriyor işte :)

gecenin finalini uyurken sönen yatağımın sayesinde buz gibi toprak üstünde yatar şekilde uyanmamla yaptım, toplamda 3 saat uykunun üstüne, yatak şişirirken olan biten uyku da gitti, Zafer de yalnız bırakmamak için kalkınca, biz tekrar su ısıtıp kahve yapmaya, gündoğumu izlemeye, etrafı keşfetmek için yürüyüş turlarına falan zorladık kendimizi. fotoğraf çekmekti sigara yapmaktı vakit alan şeyler tabi. meşgale buluyor insan kendine.

zar zor indirdik arabayı oradan aşağı, yağan yağmur kraterleri daha da derinleştirince. o yüzden hakikaten altı alçak bir arabayla gitmek akıl kârı değil okuyan kişi, yapma bunu. huzur kaçırıyor resmen. doğa güzel de, ilk gördüğümüz hamburger zincirine uçarak dalıp açız laan triplerimiz görülmeye değerdi. bir de şunu hatırlamakta fayda var, bir-iki gün insandan azade yerlerde bu kadar vakit geçirdikten sonra medeniyete dönerken adaptasyonu kafada biritmek lazım :) yoksa ne normalde ben kasiyerlerle "amk"lı cümlelerle konuşurum, ne de Zafer otoparkta insan içinde osurur :) ahah, çok komik anlardı.

ee neden yazdım bunları buraya? derdim şudur ki, günlük gibi dursun, yarın öbür gün kendim okurken güleyim, hem de olur da tesadüfen burayı okuyan bir amatör kamp meraklısı falan denk gelirse, belki bizim yaptığımız hataları o yapmaz, baştan hatırlatma yapmış olurum bir faydam dokunur gibi düşündüm. ben yaşayarak öğrenme taraftarıyım gerçi, pek okumadan balıklama dalarım böyle durumlara, sonrasında elden geldiği kadar durumu kurtarmaya çalışırım ama herkes ben gibi değildir umarım :)

(amma yogunmusum lan, sali yazdim anatabildim buraya. cokyorgunumulan)

animal on air

hayat çok ilginç bişey aslında. çok değişik fazlarda, çok değişik şeyleri konsantre olarak basıyor insan bünyesine, sonra bekliyor ki bunların hepsini yürütmeyi başar. başar tabi amk, işin ne. başarı kriteri olmadan başarmak gibisi yok zaten, sonuçta kendine bazı şeyleri açıklayabildikten sonra, puan sistemine dahil olmadığın bir güzellik bu, yahut olmalı, hayat dediğin şey.

kendimi sorunsuza yakın hissettiğim üç ruh hali var sadece. onları kusmak istedim ısınma turu olarak. nihayetinde asırlardır yazmadım.

biri kafamın bimilyon olduğu safha. nihayetinde hayatımın vazgeçilmezi, olmazsa olmazı. o veya bu şekilde bu kafa açık ve hiçbir etkiye maruz kalmadığı zamanlarda sahibine sıkıntı yaşatmakta bir dünya markası. sanırım ADHD olayı, ne zaman devreye girse hayat daha bir ilginçleşiyor. bunun önüne geçebilmek adına, bünyeyle düzensiz aralıklarla, düzensiz dozlarda bandrollü ve bandrolsüz muhteviyatı gark ediyoruz, dengeliyoruz birbirimizi. kazan/kazan durumundan öte, birbirimize ancak böyle tahammül edebiliyoruz sanırım.

ikinci halet-i ruhiye ise yurtdışında geçen zamanlar. iyi ya da kötü, gelişmiş ya da gelişmemiş, başka bir memlekette olmak garip bir şekilde sanki bir boyut kapısından geçmişim de değişik bir dünyadaymışım hissi yaratıyor. farklı insanlar, farklı sokaklar, farklı bakış açıları, bilmiyorum belki de uzakta olmak duygusu. güzel bir hissiyat, sırf o güzel insanları tanımak, Grote Markt'da yereller ve turistlerle gülüşler, biralar paylaşmak, Niš'de bir daha denk gelemeyeceğin bir sokakta bir yabancıyla dans etmek, Amsterdam'da kaldırımlarda, Roma'da merdivenlerde, Helsinki'de buzlar üstünde, St.Petersburg'da meydanlarda sanki kasıtlı olarak tanımaya değer insanlara rastlamak tesadüf olamaz, mutluluk oralarda diye kesin ve net bir algı çıkmasına vesile oldu bünyede. geri dönüşü olmayan tahribatlardan. belki de ondandır arada pasaporta bakıp içlenerek içmem :)

üçüncü ve sonuncu olarak da, dağda tepede kamp kurmak. kampetler, şişme yataklar, çadırlar, saldırı bıçakları, baltalar. her yattığın suyun kenarında teşekkür etmek, baltayı her vurduğun daldan özür dilemek ve minnettar olmak, her ateş başının ayrı hikayesi, her gittiğin toprağa kanını bırakmak; kimilerine sapıkça gelse bile, bana çok huzur verici geliyor. belki müziğimizi kafamızda götürdüğümüzden, belki üşenmeyip kafamızı da kırdığımızdan, belki rüzgarla, sisle yağmurla bütünleşmekten, belki bunların toplamından, belki de eksik olan parçamı orada bulduğumu düşünmekten, kimbilir.

artık o evin yolunu bilmiyorum. hiçbir şekilde eve yorgun gelecek, bari yemeği ben hazırlayayım diye düşünmüyorum. yatağın soğuk tarafı hep benim. hasta olmamdan korkan hiç kimse yok etrafımda. bunları kaybettiğimde sanırım hiçbir şey eskisi gibi olmayacak diye düşünmüştüm. düşündüğüm gibi de oldu, eskisi gibi olmadı, daha değişik oldu. değişiklik güzeldir martavalını da okumadım, ne kendime ne de başkasına. toplamda daha kaç adım atacağımı bilmediğim dünya üzerinde daha da değişik durumlar, duygular yaşamak üzere, o son adımı atana kadar yürüyorum işte. benim gibisinin elinden de daha fazla bir şey gelmezdi zaten.

düzenli olarak yazabilecek miyim bilmiyorum, ama en azından deneyeceğime söz verdim :) ve ben hiçbir şey bile olsam, sözlerimi tutmaya çalışan biriyim.