You met me at a very strange time in my life (5)

Cuma, 16.00, Hastane
Hastaneden çıkalı fazla olmamıştı. Doktorunu koltuk değneklerini bırakmak üzere ikna etmeyi kafaya koyduğundan beri ancak gücünü toplamıştı hastaneye geri dönmek için. Fizik tedavi süreci biraz zor olmuştu ama şanslıydı. Kaza yaptığı anı hayal meyal hatırlar gibiydi. En büyük şansı sadece tek bacağında kırıklar oluşmuştu. Artık şans mı, şanssızlık mı, ne denir ise. Hastaneye girdiğinde, doktoruyla görüşmek üzere yolunda elinden geldiği kadar hızlı adımlarla giderken bir hemşire eline bir zarf tutuşturdu. Sadece adı yazıyordu. Ne pul ne damga, muhtemelen fatura filandır dedi içinden, hiç anlamazdı bu sigorta işlerinden, zaten anlaması da gerekmiyordu. Doktorunu güç bela ikna etti koltuk değnekleri hususunda. Ağır kaldırmayacak, çok yürümeyecek hatta gerekmedikçe ayağa bile kalkmayacaktı. Başucunda o şeyleri görmektense her şeyi kabul etmeye dünden hazırdı. Zaten deli miydi adam, neden kalkacaktı ki ayağa? Haftalarca süren fizik tedaviyi, muayeneleri, doktorla konuşmaları hatırladıkça sıkıntıların tam içine düşüyordu zaten. Neden sonra hastaneden çıkıp taksiye bindiğinde aklına geldi zarfı açmak. İlk gördüğü çöpe atmamış olması bile garip geliyordu. Bir A4 kâğıt düzgünce ikiye katlanmıştı, içinde bir telefon numarası ve bir harf vardı. Önce sinirlenir gibi oldu, hemşirenin yaptığı bir şaka mıydı ki bu? Sinirle kâğıdı buruşturup camdan atmaya yeltenecekken vazgeçti. Şu numarayı arayıp haddini bildirmeliydi densize. Sinirden titreyen ellerle numarayı tuşladı ve beklemeye başladı. “Efendim?” dedi bir kadın sesi, tanıyamamıştı, nasıl bir gürültüyse fondan gelen. “Biraz önce bir zarf içinde bana bu numarayı verdiler, kiminle görüşüyorum acaba?” dedi adam. “Yaklaşık saatte 230 kilometre süratle kendisinden kaçmaya çalıştığın kadın” dedi daha cümlenin ortasında tanıdığı o ses. Ne diyeceğini bilemiyor bir halde kaldı adam bir an, “Sen” deyiverdi. “Evet, ben. Seni uyurken izlemek zorunda kalan ve haftalardır telefonunu bekleyen ben”. İçi buruktu adamın, çadırda tek başına uyanmasına sebep olan, numarasını bulabilmek adına her şeyi yapmaya hazır olduğu kadın şu anda karşısındayken, konuşamıyordu bile. “Konuşmana gerek yok, aslında konuşulacak bir şey de yok” diye devam etti, “Artık benimle konuşmak istemediğine karar vermiştim bunca hafta bekledikten sonra ve en sonunda gelen iş tekliflerinden birini kabul ettim, yarın akşam uçuyorum” Hassiktir, hassiktir, hassiktir! Neden aramıştı ki bu numarayı zaten. Dertsiz başına dert almaktan da beterdi bu. “Neden?” diye sordu cevap almayı ummaksızın. “Sorma, çok uzun hikâye, bir gün görüşebilirsek anlatırım sana” dedi kadın. “Nasıl olur, yarın uçuyormuşsun, saatlerce vaktimiz var işte ne demek vaktimiz yok?” diye serzenişte bulundu adam. “Seni görebilecek durumda değilim, biraz kötü bir haldeyim. Bu haldeyken görüşmesek daha iyi olacak” diye gelen yanıt karşısında söyleyecek hiçbir şeyi yoktu aslında.

“Seni görmek istiyorum, bu numarayı bulmamın senin gitmenden hemen önce olması tesadüf olamaz”
“Ben de seni görmek isterdim ama maalesef imkânsız”
“Hiçbir şeyi değiştirmeyecek bile olsa sabaha kadar ısrar edebilirim bunun için. Lütfen.”
“Neredeyse ölüyordun benim yüzümden be adam, ne bu ısrar?”
“O sadece tesadüfî bir kazaydı, senle ne alakası var?”
“Herkese yalan atabilirsin, ama bana atmayı deneme bile.”
“ … ”
“Fikrini değiştirebilmek için ne yapmalıyım?”
“Sadece evet demen yeter”
“Peki, bu inadına elimden gelecek bir şey yok. Yarın saat 1330’da tünelde o zaman. Bu numaradan ararım seni.”


Yarına kadar geçecek süre şimdiden azap olmuştu adama. Doktoruna verdiği sözleri de düşününce, gülmeye başladı. "En azından değecek bir şey için tutmuyorum sözümü, doktor da bir şey demezdi herhalde” diye düşündü. İnip evine çıkması biraz zor olsa da, varıp yatağına yattıktan sonra, ilaçların da etkisiyle uykuya dalması geç olmadı.

Cumartesi, 1337, Tünel etrafındaki herhangi bir cafe
Yedi dakika geç. Yedi. Severdi aslında yedi sayısını ama şu anda duymaya bile tahammülü yoktu. Allahın belası bacak daha hızlı adımlamıyordu işte. Kapıdan girdiğinde kadın karşısındaydı işte. Bir koltuğa gömülmüş, elinde kahvesi, el sallıyordu ona. Karşısına oturduğunda yüzünde oluşması muhtemel bir hayret ifadesine engel olabilmek için tüm iradesine ihtiyacı vardı. “Çok güzelsin her zamanki gibi” deyiverdi, derken bile bunun bir hata olduğunu düşünüyordu. Burnu, gözleri. Kadın birinden dayak yemiş gibi duruyordu ve bu adamın içindeki üzüntü ve nefret duygularını aynı anda ateşlemeye yeterdi. “Siktiret güzelliği” dedi kadın. “Sana anlatacaklarımı dinle, sonrasına sakla iltifatlarını”. Sonra kadın konuşmaya başladı, neden gittiğini, neden gitmesi gerektiğini, hangi sorulara cevap arayıp bulduğunu ve sonunda nasıl huzurlu olduğunu. Adam iki üç defa mola istedi, hem duyduklarını hazmetmek, hem de sigara içmek adına. Boştu içtiği sigaralar, gönlünce içebilirdi nasıl olsa. Bir sigara dönüşü “Sence sigarayı bırakmanın zamanı gelmedi mi?” diye sordu kadın ve cevap beklemeden devam etti hikâyesine. Hakikaten, hiç dikkat etmemişti ama kadın onca kahve ve konuşmaya rağmen hiç eli gitmiyordu. Neredeyse bir saatten fazla konuştu kadın, her şey açıklığa kavuşuyordu her geçen saniye. Adam sevinsin mi, üzülsün mü bilemedi.

Cumartesi, 1627, aynı yer
Kadın hikâyesini bitirdikten sonra çok uzun süre konuştular. Ertelenen her konuşma bu gün vücut buluyordu sanki. Kadının uçağına hala saatler vardı ama adam kendini kötü hissetmeye başlamıştı bile. “Hadi gel, bu güne daha değişik bir şekilde devam edelim, ne zamandır pasaja da gitmedim zaten” cümlesinin ardından, karşılıklı kadeh tokuşturmaları arasında kalan zaman dilimi çok ama çok kısaydı.

Cumartesi, 1905, Çiçek Pasajı
“Valizim çok ağır ve bu yağmurda yalnız kalmak istemiyorum, bana yardım eder misin?”
“Seni yalnız bırakacağımı nasıl düşünebildin?”
“Ama soğuk ve kıyafetin bu havada çıkmaya müsait değil”
“Orası benim problemim, hadi kalk da yola koyulalım”

Cumartesi, 2145, Zeytinburnu
Adam yürümekte güçlük çekse de, çaktırmadan taşıyordu valizi, hakikaten çok ağırdı ve kadın yardım istemek zorunda olmasa istemeyeceğini biliyordu şu anda. Yağmurdan sırılsıklamdı ikisi de. Ama tramvaya tinerci çocuklar gibi koşarak asılmaları, yağmur altında kadının onu öpmesi, tekrar o güzel anları yaşamaya başlar gibi olmaları muhteşemdi. Rüyada gibiydi adam ve kadın da sanki rüya görüyormuş gibi davranıyordu. “Bu günü beraber geçirmeseydik, inan kendimi çok zavallı hissedecektim, teşekkür ederim” dedi kadın, gözlerinde değişik bir bakış vardı. Sadece sarılmakla yetindi adam. Güzel anların bitmesine sadece dakikalar vardı. Ve bu durumdan hiç hoşnut değildi.

Cumartesi, 2213, Havaalanı

“Yukarı gelmene gerek yok, zaten benim yüzümden gereğinden çok fazla yoruldun” “Zaten üzerimde gelebileceğimden çok fazla metal var, gelemem maalesef”
“O zaman bu seferlik veda etmemizin vakti geldi”
“ … ”
“Asma suratını, önümüzdeki ay, bilemedin en geç üç ay sonra yanındayım”
“Söz mü?”
“Sen üç ayda kendini toparlamaya bak, yazın gördüğüm gibi olmanı istiyorum, bu haline gözüm bile alışmadı. Hoş, bunları derken sanki ben güzel bir şeye benziyorum ya, benimki de laf işte”
“Sana çok güzelsin dediğimde yalan söylediğimi düşünmüyordun herhalde. Bunlar hiçbir şey, hemen geçecekler ve sen her zamankinden de güzel olacaksın.”
“Benim için yaptığın her şey için teşekkür ederim. Hiç kimse yapmazdı bunları”


“You know, You met me at a very strange time in my life”

2010 - Beklentiler (miş)

beklentilerini minimumda tutmaya çalışan bana, manidar olmuş böyle bir mim gelmesi. elimden geldiği kadar çoğaltarak yazayım ki, boş adam intibası yaratmayayım okuyan gözlerde.

1. Yaza kadar hayatta kalmak. Bozcaadayı özledim.
2. Seyahat. St. Petersburg ve Sibirya'yı görmek. Özellikle Ağustosta Sibirya. Millet burda yanarken orada akrabalarımı görmek istiyorum. Kan bağım olmayan Kutupayılarını da görsem olur tabi :)
3. Güzel şarkılar. Bunun için sana da görev düşüyor okuyucu, ahanda ne güzel içilir dediğin şarkıyı görünce üşenme, at utku91@gmail.com 'a. Sevaba girme garantin yok, hatta suça teşvikten yakabilirler de öbür tarafta, bilemem neye inanıyorsun. Ama ben de sana aynı paralelde şarkılar gönderirim, rakı paylaştıkça azalır, kafa paylaştıkça artar.
4. Yeni dövme. Aslında çok önemli olmasa da, istiyorum Derfel'in benle beraber yaşlanmasını.
5. Susmak.
6. Biraz daha susmak.
7. Her gün Bay J'nin programını kaçırmadan dinleyebilmek.
8. And last but not least, a White Lily. You know, I am a sucker for lilies.

bu kadardır bu kişinin istekleri, beklentileri. kastım kastım bu kadar çıktı, affolsun. yazmak isterlerse eğer, minem yazsın, cer hanımcıım yazsın, efsa yazsın. istemiyorlarsa zorla yazdıracak halim yok.

alive and kickin' it


ölmedim daha. valla. kendi kendime yazıyorum çünkü kimsenin okumadığına eminim. kendimi kandırsam yeter. hayat değişik, boktan mı değil mi karar veremedim. kadınla adamı yazamadım. tutamadığım bir söz daha. ama adamın dinlediği şarkıları buldum, geçen akşam birkaç misafirim vardı, naif bir bayan olanı "91 ruhumu daralttın, balkondan atlamayı düşünüyorum" dedi :) diyemedim bir şey, allahtan naif bir bay olanı sekti, senin işin de zor be abi diye. ben bir ince devam ediyordum.
*
La Loba, müzik ufkumu açtığın için teşekkür ederim. cer, oralarda bir yerlerdesin, her ne kadar sıkça haberleşemesek de. maç teklifini kaçırmadı isem, hangi maç olduğunu filan ilet bir ara, ben bilet için zorlarım imkanları. minem, minemsin işte, fazla söze ne hacet. tek tek insan sayacak takatim yok. arada insan gibi hisettiren herkese teşekkürler. bir süre daha yaşamaya kararlıyım, bozcaadayı tekrar görmeden ölmek yok. yani, umarım. 91 alive and punchin' it. do you?