your love is gone, tho mine is still around (4)

çadırdan, adamdan ve adadan ayrılalı dört gün olmuştu. dört koca gün. dört gün, on altı saat ve on sekiz dakika. "siktiğimin telefonu bir defa bile çalmadı" düşüncesi aklından çıkmıyordu. krema, süt ve şeker dolu kahvesini intikam alır gibi bir keyifle içiyordu kadın. adamın kullanmadığı her şeyi doldurmuştu kahvesine ve bu kendini daha iyi hissettirecekmiş gibi içiyordu. sevmediğini içeride bir yerde bilse bile seviyormuş gibi yapmak daha iyi hissettiriyordu. etraftakilerin bakışlarından keyif mi alıyordu yoksa sıkılmış mıydı bir türlü karar veremiyordu. onca şey geçmişti aralarında ve bir sabah ansızın gidivermişti kadın, bir haber, bir not bile bırakmadan. buna rağmen adam bir telefon bile açmamıştı. oysaki adamın kendisini sevdiğinden emindi. hatta belki biraz fazlasından bile. ama neden aramıyordu şu allahın cezası? kahve de iğrençti, midesi bayılmıştı o şekerli ve kremalı şeyi tüketmekten. şu anda şekersiz bir siyah bir kahve içmek arzusunu bastırmak için verdiği çaba inanılmazdı. hele de o beyaz mug'dan içmesi. neden aklı adama doğru gidiyordu ki? o beyaz mug sıradan bir mug'dı işte, ama sabah sabah adamı o bardaktan kahve içerken görmek. kendi sardığı sigarayla hem de. hala beceremiyordu sigara sarmasını, yamuk yumuk, gevşek. ama çok şirindi.
* * *
kadın sebepsizce gideli bir günden biraz fazla olmuştu. sabah kalkınca onu görememiş "herhalde erken uyanıp yiyecek birşeyler almaya gitti, e dağ başına çadır kurarsak böyle olur" diye düşünmüştü. saatler geçtikçe endişelenme sınırını aşmıştı adam. telefonunun şarjı yoktu. hoş, şarjı olsa bile şöyle ufak bir sorun vardı. kadının numarası onda yoktu. kadın hep yanında olmuş ve hep olmaya devam edecek güveni vermişti ona. telefon, adres, teknolojik iletişim seçeneklerinden herhangi biri. hiçbirine ihtiyacı olmamıştı. her gözünü açtığında kadın yanındaydı zaten. uyandırmak için mail mi atacaktı yani? artık akşam olmasına yakın, adam biraz açlıktan ve birçok meraktan dolayı şehre inmeye karar verdi. akşamdan da çok içmemişti ama, nedense çok yüksekti kafası. standart sigaranın yap(a)mayacağı kadar yüksek. kadın akşam durup dururken sarmıştı o sigarayı. erken yatıp sabah dalışa gitmeye karar verdiklerinden az sonra kaşla göz arasında sarmıştı adam farketmeden. zaten yarısından sonra adam uykudan başka hiçbir şeyi düşünemez olmuştu. bu meretin fazla dozunu her aldığında olduğu gibi. sonrası uyandığı ana kadar deliksiz bir uyku. birkaç gün kendisini idare edebilecek kadar stoğu vardı adamın. ama şu anda onu düşünmüyordu. acaba bir şey mi olmuştu? bir sigara sardı beceriksizce. suyu geçene kadar yakmamalıydı yoksa geçememe ihtimali her zaman vardı. şehre doğru yürürken derin nefesler aldı sigaradan. ne çok içiyordu son günlerde. bu kadar tüketmezdi bu mereti. ama bir şekilde güzel geliyordu işte. merkeze vardığında kendisine arada kaçamak bakışlar atıldığını farketti. akşam buradan giderken gayet normaldi aslında, içip saçmalamış olması imkansızdı? "neden bakıyorsunuz ulan" diye geçirdi içinden, "neden?". bir paket sigara ile bir soda aldı. sodayı tek nefeste içtikten sonra çok zamandır susuz kaldığını düşündü, çikolatalara baktıkça gözü dönecek gibiydi. şeker. şeker eksikliği var bende. yerse durmayacağını çok net biliyordu, o yüzden çilekli soda görünce dayanamadı. en sevdiği soda hem de, burada bile olması çok değişikti. kendi şehrinde bile kolay bulunan bir soda değildi. ve aroması o bildik taddaydı. çıkıp bir sigara yaktı, günlerdir kendi sarmadığı ilk sigarayı içiyordu. gülümsedi. iskeleye doğru gitti, huşu içinde bakıyordu manzaraya, ama içini kemiriyordu birşeyler. kadının olabileceğini umduğu tek yer vardı. ama gidip bakamıyordu. ya orada yoksa? nerede olabilirdi ki başka? yola düştü, tahta masalar, sandalyeler ve güzel müzik dolu olan o yere doğru. kestirmeden giderken, seyahat acentasındaki kadın adamın endişeli yüzüne baktı, ve o muhteşem kelimeleri sarfetti. "nasıl gitmesine izin verdin?". soda hala yoğun çilek aromalıydı, yoğun çilek aroması aynı o rujun tadına benziyordu.
* * *
dört gün. onsekiz saat üç dakika. hala haber yoktu ve kadının sinirleri bozulmuştu. adamın sözünü dinleyerek, en azından denemişti irish coffee'yi kadın, ve içindeki jameson aroması genzi yakacak kadar belirgindi. "adam keyfine gayet düşkün, en azından sevdiği konularda" diye geçirdi içinden. hazırda sigara da bırakmamıştı adama, ne yapıyordu acaba şimdi? sersem şey. masasından refüze ettiği üçüncü adam da salak salak onu izliyordu. bu ilgiden sıkıldığını farketti. aklı şimdi çook uzaklarda kalmış bir adada, bir adamda; kendisi ise karmakarışık bir şehrin tam göbeğindeydi. gelip geçen insanların telaşı çok komik gözüküyordu. sabahın köründe, hele ki gördüğü bir rüya için apar topar buraya gelmek salakça gibi gelebilirdi arkadaşlarının kulağına, ama gördüğü bu rüya aklını tamamen bu diğer adama odaklamıştı. o zaten hep bir yerde duruyordu. arada düşerdi aklına, hayatına. ama şu anda kafasını toplayamıyordu. bir yandan çadır geliyordu gözünün önüne, orada yaşananlar, gülmeler, dansetmeler, uyku tulumu, bir yandan da bu göreceği adam. dört gün. onsekiz saat. yirmi bir dakika. hayatının en ilginç birkaç gününden sonra geçen toplam süre. karaya ayak basıp otobüse bindiğinden sonra geçen süre. gerçek dünyada geçen süre. adamın onu aramayarak, kimbilir ne yaparak geçirdiği süre. acaba o mu aramalıydı? peki ne diyecekti? "bir anda kalktım ve senden yüzlerce kilometre uzağa kaçar gibi gittim, sessiz sedasız" mı? "ne olursa olsun"du zaten artı, aramalıydı adamı ve sesini duymalıydı. ya onsuz o çadırla beraber denize uçtuysa? ya şu anda orada ve bambakşa bir kadınla beraberse? "denize uçup boğulmasını tercih ederim" diye düşündü, bu karın ağrısı tanıdık bir karın ağrısıydı. kıskanmanın sebep olduğu sıcaklık ise hiç unutulacak gibi bir şey değildi zaten. telefonu açıp onun adına gelene kadar bu sıcaklığı duyumsadı, sonradan yaşanan soğuk duş ise muhteşemdi. adamın numarası yoktu ki? kendi numarasını vermiş miydi ki adama?
* * *
üçüncü günün sabahı. bir sebep aramakla geçen iki koca gün daha. elde var sıfır. o kadının "nasıl gitmesine izin verdin?" demesinden sonra otuzaltı saatten biraz fazla geçmişti. çok uykusu vardı ama sanki bütün ada çilek kokuyordu. stok neredeyse bitmişti, herhalde kadın görse gülmekten ölürdü, ne yapsın, beceremiyordu işte. "önemli olan işlevi, bak kafamız ne güzel, düzgün sarmanın ne önemi var ki" tesellisi her zaman işe yarardı. sanki tüm gece onu izlemişlerdi, herkes. küçük yerlerin de böyle bir yapısı vardı. kadının gittiğini herkes biliyordu. tamam, kadın farkedilmeyecek bir kadın değildi, onun da etkisi büyüktü ama normal şartlar altında kimsenin ona zavallı gibi bakmaması lazımdı. pembe ve çilek aromalı. kokusundan öyle tahmin ediliyordu en azından. bazen fazlaca bakmasına, dalıp gitmesine rağmen öpmek hiç aklından bile geçmemişti kadını. yani, cesaret edememişti. belki de o yüzden gitmişti kadın. kim bilebilirdi ki? "tüm şehir ağladı sen gittin diye. mecbur musun hep en uzağa gitmeye" dumanla beraber ne güzel mırıldanılıyordu. kadının nereye gittiği konusunda hiç bir fikri yoktu, aklında sadece çilek kokan bu adadan gitmek vardı.
* * *
dört gün. on dokuz saat. dakikaların canı cehenneme. gördüğü rüyaların, sigaraların, her şeyin canı cehenneme. nasıl böyle bir gerizekalılık yapmıştı ki? ilginçlik yapan huyları kurusun, adamın telefonunu alıp kendi telefonunu ona bırakacaktı, sonra kendini arayacak, rahatça ulaşacaktı. ne kadar hoş bir sürpriz ama. gerizekalı! adamın adını biliyordu, ama bulup bulamayacağından emin değildi. pda'dan ufak bir tarama yaptı, o isme kayıtlı birkaç şey buluyordu, ama biri hariç tüm izler dört sene öncesinde kesiliyordu. sanki adam o vakitten sonra net ile tüm alakasını kesmişti. o isme kayıtlı alanda ise hiçbir şey yoktu. geri kalan her şey, geçmiş zamanlıydı. ve belli bir dönem özellikle kesilmişti sanki. dalmış sayfaları araştırırken bir anda telefon sesiyle irkildi, arayan rüyasında gördükten sonra uğruna onu bırakıp buralara kadar geldiği adamdı. fakat içindeki bu acı hissi yanlış yaptığını acı bir şekilde yüzüne vuruyordu. bir irish coffee daha söyleyip yavaş yavaş cesaretini topladı. adam ikinciye arıyordu ve artık açmalıydı. anlamsızca refüze etti adamı, hem de içinin bir tarafı madem buraya gelip diğer adamı bıraktın, git diğer adama diye haykırırken. adam da şaşırmıştır herhaldediye düşündü kadın, apar topar hayatına dalmaya çalışmış, sonra bir anda vazgeçmişti. kahve de ne güzeldi. koyu, acı ve viskisi gayet çoktu. adam olsa beraber içerlerdi herhalde. ya da karşılıklı. ne önemi vardı ki. kendini eve atmalıydı, ağlamalı, uyumalı ve kendini bulmalıydı.
* * *
dört gün yirmi saat. o sabah uyanmasının üstüne geçen süre. yeni varmıştı şehre. bir taksiye atlayıp evine gitti. bir duş, birkaç sigara, bir kahveden sonra dışarı çıkacak kıvama gelmişti. yoğun bir boşluk ve karın ağrısı çekiyordu adam. hala bir sebep yoktu. obsesif bir şekilde çilek kokusu burnundan gitmiyordu. son sigarasını sardı, dün içse bitmiş olacaktı ama hepsini bu güne saklamıştı. güneşin ilk ışıklarıyla beraber ağır ağır içti sigarasını, biraz fazla mı kaçmıştı ne? "siktiret, hala ayakta durabiliyorum" dedi kendi kendine kısık bir sesle, "ayakta durabiliyorsam, iki tekerlek üzerinde de dururum". sahilyoluna çıkmayı düşündü, orada sürat yapmayı hep sevmişti. nereye gitmeliydi ki?
* * *
dört gün yirmi saat. evde ağlayıp moral bozacağına sahile gidip doğan güneşi izlemeliydi kadın. biraz kahve koydu termosuna. sigara paketini buldu, bir hırka aldı üzerine. hep üşürdü zaten.
* * *
dört gün yirmi saat, yaklaşık 20 dakika. kaskın altında kulaklıklarını takmış, o çok sevdiği motor gürültüsünü hayal meyal duyacak kadar açmıştı sesi adam. deniz kenarında bir yandan sigarasını içip bir yandan kahvesini yudumluyordu kadın, bir taşın üzerine oturmuş. çok mesafe vardı aralarında, ikisi de yorgunluktan geberik durumdaydılar zaten. sabahın ilk ışıkları saçlarını parlattı kadının, adam o parıltıyı görüp kadını ne kadar özlediğini farketti. gözleri dolmuştu. gaza yüklendi ve devrilmeden gitmeye konsantre oldu. bunca dumanın üstüne devrilmemesinin mucize sayılmasının gerekliliğini düşündü, gülümsedi sersem sersem. kadın sabahın o saatinde sessizliği yırtan motosiklet sesini duydu ve refleks olarak o yöne doğru döndü. adam bahsetmişti sürat motosikletlerini ne kadar sevdiğinden. acaba şu anda neredeydi adam? şu motosiklet de biraz uzaklaşsa hiç fena olmayacaktı, adamı hatırlatmıştı ve kadının da gözleri dolmuştu, zaten bu esnada motosikletin sesi uzaklaşmaya başlamıştı bile.
* * *
dört gün, yirmi saat, yaklaşık yirmi yedi dakika.
yağmur nereden çıktı ki şimdi diye düşünürken adam, arka tekerleği hafif yalpalamaya başladı. yağmur yağmasa toplaması çok daha kolay olurdu. kulağındaki şarkı kim bilir kaçıncıya dönüyordu.
* * *
If you decide to walk away so easily
Just because I said some things I didn't mean
In case you changed your mind about all this
I guess it's just the way it has to be

You know that I am still in love with you
So many little things we have to do
So many different words are left to say
Instead you choose to go, a separate way

You may be the only love
I had ever known
And it's got to last forever

Things were wrong and now it's over
Your love is gone though mine
Is still around

If you decide you're better of alone
Don't forget to leave a little note
And take along the precious memories
That leave me pain and emptiness

If someone asked what I am living for
Without hesitation I would say it's you alone
Without a doubt in my mind
Another one like you I'll never find

You may be the only love
I had ever known
And it's got to last forever

Things were wrong and now it's over
Your love is gone though mine
Is still around

You may be the only love
I had ever known
And it's got to last forever

Things were wrong and now it's over
Your love is gone though mine
Is still around
* * *
ve tam o anda kadın sigarasını söndürdü.

0 Sapan Eklenmiş Bu Saçmaya: