Nobodys Burnt


They have nothing in their whole imperial arsenal that can break the spirit of one Irishman who doesnt want to be broken.
Bobby Sands
*
2 gündür şiddetli gribim, kendimi arada "umarım domuz gribidir, ne eğlenceli şeyler yaparım ben bununla" diye düşünürken yakalıyorum. Hakikaten ama, domuz gribiysem, bir kısım insanın benden çekeceği var.
*
IRA patchlerinden yaptığım sweatimle geldim bu gün işe, böyle de bir tshirt sipariş ettim. Çok isyankar gördüm kendimi. Giderayak bana bu yakışırdı. Son bir iyilik yaptım ama sanıyorum. Umarım kandırılmamışımdır. Yoksa herkese olan inancımı da alıp götürecek bu hareket. Hoş, götürse de ne gam, yaşanıyor bir şekilde. Ölünür de.
*
Jameson Weed, Kid Cudi & Jim Jones- Day and Night-Remix, Ben. Aman Tanrım aşağıya bakamıyorum!
*
91 Gone with the Sin ;)

your love is gone, tho mine is still around (4)

çadırdan, adamdan ve adadan ayrılalı dört gün olmuştu. dört koca gün. dört gün, on altı saat ve on sekiz dakika. "siktiğimin telefonu bir defa bile çalmadı" düşüncesi aklından çıkmıyordu. krema, süt ve şeker dolu kahvesini intikam alır gibi bir keyifle içiyordu kadın. adamın kullanmadığı her şeyi doldurmuştu kahvesine ve bu kendini daha iyi hissettirecekmiş gibi içiyordu. sevmediğini içeride bir yerde bilse bile seviyormuş gibi yapmak daha iyi hissettiriyordu. etraftakilerin bakışlarından keyif mi alıyordu yoksa sıkılmış mıydı bir türlü karar veremiyordu. onca şey geçmişti aralarında ve bir sabah ansızın gidivermişti kadın, bir haber, bir not bile bırakmadan. buna rağmen adam bir telefon bile açmamıştı. oysaki adamın kendisini sevdiğinden emindi. hatta belki biraz fazlasından bile. ama neden aramıyordu şu allahın cezası? kahve de iğrençti, midesi bayılmıştı o şekerli ve kremalı şeyi tüketmekten. şu anda şekersiz bir siyah bir kahve içmek arzusunu bastırmak için verdiği çaba inanılmazdı. hele de o beyaz mug'dan içmesi. neden aklı adama doğru gidiyordu ki? o beyaz mug sıradan bir mug'dı işte, ama sabah sabah adamı o bardaktan kahve içerken görmek. kendi sardığı sigarayla hem de. hala beceremiyordu sigara sarmasını, yamuk yumuk, gevşek. ama çok şirindi.
* * *
kadın sebepsizce gideli bir günden biraz fazla olmuştu. sabah kalkınca onu görememiş "herhalde erken uyanıp yiyecek birşeyler almaya gitti, e dağ başına çadır kurarsak böyle olur" diye düşünmüştü. saatler geçtikçe endişelenme sınırını aşmıştı adam. telefonunun şarjı yoktu. hoş, şarjı olsa bile şöyle ufak bir sorun vardı. kadının numarası onda yoktu. kadın hep yanında olmuş ve hep olmaya devam edecek güveni vermişti ona. telefon, adres, teknolojik iletişim seçeneklerinden herhangi biri. hiçbirine ihtiyacı olmamıştı. her gözünü açtığında kadın yanındaydı zaten. uyandırmak için mail mi atacaktı yani? artık akşam olmasına yakın, adam biraz açlıktan ve birçok meraktan dolayı şehre inmeye karar verdi. akşamdan da çok içmemişti ama, nedense çok yüksekti kafası. standart sigaranın yap(a)mayacağı kadar yüksek. kadın akşam durup dururken sarmıştı o sigarayı. erken yatıp sabah dalışa gitmeye karar verdiklerinden az sonra kaşla göz arasında sarmıştı adam farketmeden. zaten yarısından sonra adam uykudan başka hiçbir şeyi düşünemez olmuştu. bu meretin fazla dozunu her aldığında olduğu gibi. sonrası uyandığı ana kadar deliksiz bir uyku. birkaç gün kendisini idare edebilecek kadar stoğu vardı adamın. ama şu anda onu düşünmüyordu. acaba bir şey mi olmuştu? bir sigara sardı beceriksizce. suyu geçene kadar yakmamalıydı yoksa geçememe ihtimali her zaman vardı. şehre doğru yürürken derin nefesler aldı sigaradan. ne çok içiyordu son günlerde. bu kadar tüketmezdi bu mereti. ama bir şekilde güzel geliyordu işte. merkeze vardığında kendisine arada kaçamak bakışlar atıldığını farketti. akşam buradan giderken gayet normaldi aslında, içip saçmalamış olması imkansızdı? "neden bakıyorsunuz ulan" diye geçirdi içinden, "neden?". bir paket sigara ile bir soda aldı. sodayı tek nefeste içtikten sonra çok zamandır susuz kaldığını düşündü, çikolatalara baktıkça gözü dönecek gibiydi. şeker. şeker eksikliği var bende. yerse durmayacağını çok net biliyordu, o yüzden çilekli soda görünce dayanamadı. en sevdiği soda hem de, burada bile olması çok değişikti. kendi şehrinde bile kolay bulunan bir soda değildi. ve aroması o bildik taddaydı. çıkıp bir sigara yaktı, günlerdir kendi sarmadığı ilk sigarayı içiyordu. gülümsedi. iskeleye doğru gitti, huşu içinde bakıyordu manzaraya, ama içini kemiriyordu birşeyler. kadının olabileceğini umduğu tek yer vardı. ama gidip bakamıyordu. ya orada yoksa? nerede olabilirdi ki başka? yola düştü, tahta masalar, sandalyeler ve güzel müzik dolu olan o yere doğru. kestirmeden giderken, seyahat acentasındaki kadın adamın endişeli yüzüne baktı, ve o muhteşem kelimeleri sarfetti. "nasıl gitmesine izin verdin?". soda hala yoğun çilek aromalıydı, yoğun çilek aroması aynı o rujun tadına benziyordu.
* * *
dört gün. onsekiz saat üç dakika. hala haber yoktu ve kadının sinirleri bozulmuştu. adamın sözünü dinleyerek, en azından denemişti irish coffee'yi kadın, ve içindeki jameson aroması genzi yakacak kadar belirgindi. "adam keyfine gayet düşkün, en azından sevdiği konularda" diye geçirdi içinden. hazırda sigara da bırakmamıştı adama, ne yapıyordu acaba şimdi? sersem şey. masasından refüze ettiği üçüncü adam da salak salak onu izliyordu. bu ilgiden sıkıldığını farketti. aklı şimdi çook uzaklarda kalmış bir adada, bir adamda; kendisi ise karmakarışık bir şehrin tam göbeğindeydi. gelip geçen insanların telaşı çok komik gözüküyordu. sabahın köründe, hele ki gördüğü bir rüya için apar topar buraya gelmek salakça gibi gelebilirdi arkadaşlarının kulağına, ama gördüğü bu rüya aklını tamamen bu diğer adama odaklamıştı. o zaten hep bir yerde duruyordu. arada düşerdi aklına, hayatına. ama şu anda kafasını toplayamıyordu. bir yandan çadır geliyordu gözünün önüne, orada yaşananlar, gülmeler, dansetmeler, uyku tulumu, bir yandan da bu göreceği adam. dört gün. onsekiz saat. yirmi bir dakika. hayatının en ilginç birkaç gününden sonra geçen toplam süre. karaya ayak basıp otobüse bindiğinden sonra geçen süre. gerçek dünyada geçen süre. adamın onu aramayarak, kimbilir ne yaparak geçirdiği süre. acaba o mu aramalıydı? peki ne diyecekti? "bir anda kalktım ve senden yüzlerce kilometre uzağa kaçar gibi gittim, sessiz sedasız" mı? "ne olursa olsun"du zaten artı, aramalıydı adamı ve sesini duymalıydı. ya onsuz o çadırla beraber denize uçtuysa? ya şu anda orada ve bambakşa bir kadınla beraberse? "denize uçup boğulmasını tercih ederim" diye düşündü, bu karın ağrısı tanıdık bir karın ağrısıydı. kıskanmanın sebep olduğu sıcaklık ise hiç unutulacak gibi bir şey değildi zaten. telefonu açıp onun adına gelene kadar bu sıcaklığı duyumsadı, sonradan yaşanan soğuk duş ise muhteşemdi. adamın numarası yoktu ki? kendi numarasını vermiş miydi ki adama?
* * *
üçüncü günün sabahı. bir sebep aramakla geçen iki koca gün daha. elde var sıfır. o kadının "nasıl gitmesine izin verdin?" demesinden sonra otuzaltı saatten biraz fazla geçmişti. çok uykusu vardı ama sanki bütün ada çilek kokuyordu. stok neredeyse bitmişti, herhalde kadın görse gülmekten ölürdü, ne yapsın, beceremiyordu işte. "önemli olan işlevi, bak kafamız ne güzel, düzgün sarmanın ne önemi var ki" tesellisi her zaman işe yarardı. sanki tüm gece onu izlemişlerdi, herkes. küçük yerlerin de böyle bir yapısı vardı. kadının gittiğini herkes biliyordu. tamam, kadın farkedilmeyecek bir kadın değildi, onun da etkisi büyüktü ama normal şartlar altında kimsenin ona zavallı gibi bakmaması lazımdı. pembe ve çilek aromalı. kokusundan öyle tahmin ediliyordu en azından. bazen fazlaca bakmasına, dalıp gitmesine rağmen öpmek hiç aklından bile geçmemişti kadını. yani, cesaret edememişti. belki de o yüzden gitmişti kadın. kim bilebilirdi ki? "tüm şehir ağladı sen gittin diye. mecbur musun hep en uzağa gitmeye" dumanla beraber ne güzel mırıldanılıyordu. kadının nereye gittiği konusunda hiç bir fikri yoktu, aklında sadece çilek kokan bu adadan gitmek vardı.
* * *
dört gün. on dokuz saat. dakikaların canı cehenneme. gördüğü rüyaların, sigaraların, her şeyin canı cehenneme. nasıl böyle bir gerizekalılık yapmıştı ki? ilginçlik yapan huyları kurusun, adamın telefonunu alıp kendi telefonunu ona bırakacaktı, sonra kendini arayacak, rahatça ulaşacaktı. ne kadar hoş bir sürpriz ama. gerizekalı! adamın adını biliyordu, ama bulup bulamayacağından emin değildi. pda'dan ufak bir tarama yaptı, o isme kayıtlı birkaç şey buluyordu, ama biri hariç tüm izler dört sene öncesinde kesiliyordu. sanki adam o vakitten sonra net ile tüm alakasını kesmişti. o isme kayıtlı alanda ise hiçbir şey yoktu. geri kalan her şey, geçmiş zamanlıydı. ve belli bir dönem özellikle kesilmişti sanki. dalmış sayfaları araştırırken bir anda telefon sesiyle irkildi, arayan rüyasında gördükten sonra uğruna onu bırakıp buralara kadar geldiği adamdı. fakat içindeki bu acı hissi yanlış yaptığını acı bir şekilde yüzüne vuruyordu. bir irish coffee daha söyleyip yavaş yavaş cesaretini topladı. adam ikinciye arıyordu ve artık açmalıydı. anlamsızca refüze etti adamı, hem de içinin bir tarafı madem buraya gelip diğer adamı bıraktın, git diğer adama diye haykırırken. adam da şaşırmıştır herhaldediye düşündü kadın, apar topar hayatına dalmaya çalışmış, sonra bir anda vazgeçmişti. kahve de ne güzeldi. koyu, acı ve viskisi gayet çoktu. adam olsa beraber içerlerdi herhalde. ya da karşılıklı. ne önemi vardı ki. kendini eve atmalıydı, ağlamalı, uyumalı ve kendini bulmalıydı.
* * *
dört gün yirmi saat. o sabah uyanmasının üstüne geçen süre. yeni varmıştı şehre. bir taksiye atlayıp evine gitti. bir duş, birkaç sigara, bir kahveden sonra dışarı çıkacak kıvama gelmişti. yoğun bir boşluk ve karın ağrısı çekiyordu adam. hala bir sebep yoktu. obsesif bir şekilde çilek kokusu burnundan gitmiyordu. son sigarasını sardı, dün içse bitmiş olacaktı ama hepsini bu güne saklamıştı. güneşin ilk ışıklarıyla beraber ağır ağır içti sigarasını, biraz fazla mı kaçmıştı ne? "siktiret, hala ayakta durabiliyorum" dedi kendi kendine kısık bir sesle, "ayakta durabiliyorsam, iki tekerlek üzerinde de dururum". sahilyoluna çıkmayı düşündü, orada sürat yapmayı hep sevmişti. nereye gitmeliydi ki?
* * *
dört gün yirmi saat. evde ağlayıp moral bozacağına sahile gidip doğan güneşi izlemeliydi kadın. biraz kahve koydu termosuna. sigara paketini buldu, bir hırka aldı üzerine. hep üşürdü zaten.
* * *
dört gün yirmi saat, yaklaşık 20 dakika. kaskın altında kulaklıklarını takmış, o çok sevdiği motor gürültüsünü hayal meyal duyacak kadar açmıştı sesi adam. deniz kenarında bir yandan sigarasını içip bir yandan kahvesini yudumluyordu kadın, bir taşın üzerine oturmuş. çok mesafe vardı aralarında, ikisi de yorgunluktan geberik durumdaydılar zaten. sabahın ilk ışıkları saçlarını parlattı kadının, adam o parıltıyı görüp kadını ne kadar özlediğini farketti. gözleri dolmuştu. gaza yüklendi ve devrilmeden gitmeye konsantre oldu. bunca dumanın üstüne devrilmemesinin mucize sayılmasının gerekliliğini düşündü, gülümsedi sersem sersem. kadın sabahın o saatinde sessizliği yırtan motosiklet sesini duydu ve refleks olarak o yöne doğru döndü. adam bahsetmişti sürat motosikletlerini ne kadar sevdiğinden. acaba şu anda neredeydi adam? şu motosiklet de biraz uzaklaşsa hiç fena olmayacaktı, adamı hatırlatmıştı ve kadının da gözleri dolmuştu, zaten bu esnada motosikletin sesi uzaklaşmaya başlamıştı bile.
* * *
dört gün, yirmi saat, yaklaşık yirmi yedi dakika.
yağmur nereden çıktı ki şimdi diye düşünürken adam, arka tekerleği hafif yalpalamaya başladı. yağmur yağmasa toplaması çok daha kolay olurdu. kulağındaki şarkı kim bilir kaçıncıya dönüyordu.
* * *
If you decide to walk away so easily
Just because I said some things I didn't mean
In case you changed your mind about all this
I guess it's just the way it has to be

You know that I am still in love with you
So many little things we have to do
So many different words are left to say
Instead you choose to go, a separate way

You may be the only love
I had ever known
And it's got to last forever

Things were wrong and now it's over
Your love is gone though mine
Is still around

If you decide you're better of alone
Don't forget to leave a little note
And take along the precious memories
That leave me pain and emptiness

If someone asked what I am living for
Without hesitation I would say it's you alone
Without a doubt in my mind
Another one like you I'll never find

You may be the only love
I had ever known
And it's got to last forever

Things were wrong and now it's over
Your love is gone though mine
Is still around

You may be the only love
I had ever known
And it's got to last forever

Things were wrong and now it's over
Your love is gone though mine
Is still around
* * *
ve tam o anda kadın sigarasını söndürdü.

19/10/2009

Hayvanın seyir defteri, yıldız tarihi bimilyon, kafa açık.
*
10 günlük tatil bitti, üzgün olmam lazım ama değilim, şimdilik. ilk delirme anına kadar da böyle kalır gibi gibi. onun haricinde tatilde kilo aldım, hardcore anlar çok likit kalori vermiş bünyeye, şimdi bir haftada onu atma zamanı. şeytan diyor git birkaç seans sauna vur bünyeye kalmasın birşey. ama çok zor geliyor. bakalım artık bulacağım bir yolunu.
*
onun haricinde hayat normal seyrinde devam ediyor. şimdi yeni bekleme süreci olarak "Boondocks Saints II : All Saints Day"e odaklandım. e boş yere kısmi olarak Utku the Saint olarak geçmemekteyiz bazı mecralarda. sanırım üç vakte kadar medikal değişimler geçireceğim gibi duruyor. ama bilemiyorum tabi. sağ göz kapağımda sivilce çıkmış, sabah kalktığımda sağ gözüm neredeyse tamamen kapanmıştı. ince bir kesik atarak açtım ama sanırım yaşlanıyorum çok acıdı canım. dün webcamden annemle babamı izledim. özlemişim ya. sanırım tüm arkadaşlarımın evlenmesinden sonra onlar da benden umudu kesti ama en azından çaktırmıyorlar. ben kendimden umutluyum ama. birbuçuk gram, elli santilitre ve altı saat üçgeninde güzel bir adamım ben. fazlası çekilmez ayrı.
*
nicedir adam ve kadını yazmadım, aklımdaydı, geçen akşam aşırı uçlardayken karar verdim, hatta başlığı da hazır şu anda. okuyanınız var mı bilmem, ama bu adamla kadının son yazısı olabilir, alkolün nereden vurduğuna bağlı. hoş biraz ayık durmayı düşünüyorum. bakalım her şey kısmet :) ayrıca şunu da deme ihtiyacı hisettim ki, adam ben değilim, kadın da herahngi bir şahıs değil. tanıdığım adamlardan birkaç parça koydum kafamdaki kadın tiplemesine, tanıdığım kadınlardan da adam tiplemesine bazı aparatlar kattım. karmaşıklık için bundan güzeli yok. ikisi de ideal değiller, ikisi de muhteşem değiller, ikisi de normal değiller. sonra onlara birer tane yüz bulmaya geldi sıra. kadından başladım. bir sürü fotoğrafa baktım. sonra seçtim kadını. ama ne kadın. sonra erkeği seçme kısmına gelince tıkandım. çünkü kadını kıskandım erkekten. e kendi fotoğrafımı "erkek" olarak da koyamam, çok öküz gelir. onu da boşverdim :) sonra seçtiğim kadına model teşkil eden birkaç kadınla konuştum bu süreçte. ortak noktalarına baktım. sonra onların acılarına da içtim. sonra ona ekleyeceğim erkek kısımlarına baktım. bir daha içtim :) diyeceksiniz ki osuruklu göte arpa ekmeği bahane, doğrudur, hoş benim içmek için bahaneye ihtiyacım olmadı hiç, ben hep içtim :) sonra günlerden bir gün, rol model kadınlardan bir tanesi bir şarkı gönderdi. hatta rol model olduğu kadar, yüzün de sahibi kadın. ne kadar ağladığından konuştuk. o adama hissettiklerini konuştuk. sonra rol model adamlardan biri, allahın cezası, değişik bir cümle kurdu. ellerimiz yağlı, promilimiz yüksek, algımız açıkken kurdu bu cümleyi. sonra karar verdim ki, bir kadın ve bir adamın hikayesi yazılacak ise, bunu yazabilen kişi ben olamam. o yüzden hala dönmediğim şekilde kurmaya çalışıyorum son yazıyı. ayrı ayrı yollara gittiklerinde, kafamdaki modeller benle konuştuğu sürece ayrı bir şekilde yazabilirim hikayelerini. ama emin değilim. adamlar da, kadınlar da kaybetti. yoklar artık, yok olmalarına sebep olanlar da oralarda bir yerlerde hayatlarına devam etmekteler. ama işin kötüsü, hiçbir adam ve hiçbir kadın ölmedi - henüz ölmedi. ve gelecek çok değişik günlere gebe. çok eğlenecek birkaçı, ve onları izlemesi çok keyifli olacak. (moodu dağıtmadan şöyle bir 3 Doors Down - Here Without You - oooh kan yapar)
günün tavsiyesi olarak, Bertrand Russel - Aylaklığa Övgü (In Praise of Idleness) tekrar tekrar okunmalı diyorum. hala diyorum ki, Poison, Die Alive, I Walk Alone loop'a alınıp dinlenmeli. ısrarla diyorum ki, her boka inat gülümsenmeli. I have seen a Goddess, I talked to an Angel, then I fall. Did you fall at all?

Poison

bu gözler dün akşam bir tanrıçayı gördü. uzunca bir süre başka bir şeye bakmak istemiyorum. içki içmemeyi tercih edip tamamen o anı yaşayabildiğim için de kendimi tebrik ediyorum. adam olma yolunda çok büyük bir adım, benim gibi biri için özellikle.

I have seen a Goddess and I am talking to an Angel. Lord, this must be a fairy tale which I live in.

Soundwave

yanlış yoldayım, farkındayım da, bu yürümeme engel değil. en çok sevdiğim tarafı da o.
*
geçen gün yine iltifatım gelmiş, çok güzel bir kadına "i mean where are your wings" dedim, "it is an insult to call me an angel, i am a sinner" cevabını aldım. sonra da kışın bir hafta sonu rehberi olmamı, şehri gezdirmemi istedi. bilmez ki şehirde bildiğimiz 20 tane alkollü mekandan gayrı bir şey yok. ben kim, rehber kim.
*
efsa hanım kızımız istanbuldayken görüşme şansımız oldu, güzel bir gün yaşadım sayesinde, sağolsun. bekar ve bir barmaide tutuk arkadaşlar, efsayla bir bara gidin, kesinlikle barmaidler size daha yakın davranacaklardır. ikinciye oldu bu, abla ben gibi bir çirkinin bile içine düşüyordu. gülerek ayrıldık mekandan, tekrar gitmem muhtemelen, tek başıma gittiğimde bok muamelesi görürüm orada. ama devamına gittiğimiz kilise çok güzeldi. huzurlu geliyor bu kiliseler bana bilmiyorum nedendir.
*
bu gün izin aldım işten. 10 gün sorumsuzum. bu zaman zarfında her türlü dingilliğe bulaşabilirim korkarım. aslında korkmam, çünkü korksam bulaşmam.
*
geçen akşam öyle bir sarhoş oldum ki, yıllardan beri ilk defa kendim için korktum. "ölüyorum galiba" hiç bu kadar yakın olmamıştı. iyi güldük ama, değerdi.
*
elinde ingilizce olarak "in praise of idleness - aylaklığa övgü / bertrand russel" olan biri var ise, lütfen bana haber versin, en azından bir fotokopisine ihtiyacım var ingilizcesinin.
*
yaşanmışlıkların üstüne bir lafım yok da, yaşanması gerekenlere bakınca, ulan diyorum, ne değişik bir adam ve ne değişik bir hayat?
*
tiyatroya, baleye, konsere nasıl gitmezmişim ben? şöyleki, gitmem. ama bu akşam Tarja konseri var, biletlerini birbuçuk ay önceden aldığım. ya tek başıma gidicem, bir bileti de hatırası var diye sakliycam, ya da sokakta konsere gidememiş bir çift bulursam onlara vericem. öyle konser filan benim ne haddime. ben anca şişeden içerim.
*
yazdığım hikayedeki "kadın"ı buldum, yani sanmıştım bulduğumu. şimdi aday sayısı ikiye çıktı. höh. kendimi aşıyorum, sanki seçtiğim de bir şey olacak. altı üstü fotoğraf ya. ama çok güzel gülümseyen iki kadın var şu anda, ve hangisi o kadın olacak, bilemiyorum. adam hususuna ise hiç girmiyorum, çünkü 31 senede toplasan da çıkarsan da sadece 1 kişiye yakışıklı dedim ben, gözümle gördüklerimden. o konuda sıçtım. artık kendim de çekemeyeceğime göre, nereden bulacağım kendi kriterlerime göre yakışıklıyı kimbilir. sanki nikahıma alıcam herifi. sana ne lan yakışıklıdan düdüüüük?
*
2. which kind of flowers are you a sucker to? may i ask if it is not too personal?
1. i love white roses and white lilies
2. purity! and you call yourself a sinner?
1. my sins are not connected with the flowers i like)))
2.but your choice of flowers is connected with your way of life or with the point you look at life itself. you cannot deny it i fear, honey :)
1. you are so kind to me.
2. you know, a good person deserve to be treated good always
and how much you call yourself "sinner" or "bad" i dont know, and i dont care either
i know you are a good person in heart, that is all i care really.

1.oh thank u very much, i really appreciate your view about me.
*
dengesiz ruh halleri fena. ama ne bileyim, böyle olmasam olmazdı. bu yüzden en azından bazı insanlar için özel olacağım, bazıları için ise aynı kaldırımda bile yürünmeyecek bir insan :)
*
istanbul saati 17.21
minskde saat kaç bilmiyorum
stonehenge'de üçbuçuk, parçalı bulutlu
jamaika'da ipimle kuşağım saati
çok değil, 3 saat sonra, bir kaldırımda içiyor olurum.
*
Open up the night.
Led by just a feeling.
All around is light.
Everything is healing.

No more fate
and no more mystery.
Even as time falls away
I live my days
every moment and it's memory,
not only to survive: to die alive.

Overwhelming love,
heaven's just a feeling.
Singing in my blood
keeping me from kneeling.

No more fate
and no more mystery.
Even as time falls away

I live my days
every moment and it's memory,
not only to survive: to die alive.

Die alive.

No more fate
and no more mystery.
Even as time falls away
I live my days
every moment and it's memory,
not only to survive: to die alive.

Die alive.

Die alive

*
91 out.

Lilies? l'm a sucker for lilies (3)

dans ediyordu. kaç dakika olmuştu acaba? On beş dakika? yarım saat? müzik sürdükçe o da dans ediyordu. gözleri kapalıydı nicedir, ama figürleri kusursuzdu. hareketleri o kadar ahenkliydi ki, terlememişti bile. şarabını bitirmişti dans ederken. neredeyse koca bir şişe. ve dansını kesmemişti bile. ne ara almış olabilirdi ki şişesini, nereye bırakmıştı hem? hipnotize olmuş gibi bakıyordu önündeki olaya. güney tarafında kalmaları lazımdı, ama tutturmuştu işte "kuzeyde bildiğim çok bakir çok güzel bir plaj var" diye. üşenmemiş, onca yakacağı da taşımışlardı. ama deli gibi poyraz esiyordu işte. "al sana kuzeyde bildiğin güzel, bakir, in cin top oynayan, güzel kumsal." diye düşündü. o hala dans ediyordu. rüzgar saçlarını da kıyafeti gibi savuruyordu. birden ağzında bir sigara da belirmişti, yanıyordu hem. "ulan, nasıl beceriyor şunu. yoksa ben salağa bağladım da fark etmiyor muyum?" aklında canlanan ilk şeydi. "siktiret"ti ve bir nefes daha aldı sigarasından, rüzgara kurban vermemek için itina ile avuç içinde siper yapıyordu. küçükken aileden sigarayı saklamanın verdiği antrenman işe yarıyordu işte böyle günlerde. gözü denize takıldı, köpüren dalgaların üzerinde kısmen ay ışığı yansıyordu. aklında bir anda "I thought you were the Moon and I was your Wolverine. Turns out you're the Trickster, and I'm just the fool who got played" repliği canlandı bir anda. ne de etkilenmişti o anda izlerken. tekrar dansa takıldı gözü. "hangimiz ay, hangimiz wolverine acaba" diye düşündü? "yoksa ikimizden biri trickster da olabilir mi?" ne olurdu bir an durup anlatsa hikayeyi ki? hoş, bilip bilmediği bile belirsizdi. muhtemelen hiç dikkatini bile çekmemişti onun. oysa gelse yanına, sıkıca bir sarılsa ve fısıldasa kulağına o hikayeyi. dalgalar, rüzgar hepsi sussa, sadece ay ışığı olsa diye içinden geçti bir anda. gözlerini kapattığında hepsi susuyordu, ve hikaye kendiliğinden geliyordu kulağına "You know why the moon is so lonely? Coz she used to have a lover. His name was Kuekuatsheu. They lived in the Spirit World together. And every night they'd wander the skies together. But one of the other spirits was jealous. The Trickster wanted the Moon for himself. So he told Kuekuatsheu that the Moon asked for flowers He told him to come to our world and pick her some wild roses, Kuekuatsheu didn't know that once you leave the Spirit World, you can never go back... (Now he's trapped here) Every night the Moon searches for him and every night he sees her in the sky and howls her name... but he can never touch her again..." sigarasından üst üste derin nefesler aldı, sonra müziğin hafiflemeye başladığını hissetti. döndüğünde dansı yavaşlamıştı, ama garip olan bir şeyler vardı. birden simsiyah bir çift kanat açıldı sırtından, şaşkınlık içersindeydi, o ise hiç şaşırmışa benzemiyordu. sanki o kanatlar onun için normal bir şeydi. "çok mu yorgunsun, uyu o zaman meleğim, uyu" duyduğu son sözlerdi. uyandığında gün aydınlanmaya başlamıştı. ne müzik, ne ateş, ne dans. siktir, ateşin külleri bile yoktu? hepsi rüya mıydı bunların, rüyaysa neden yatağında değil de kumsalda uyanmıştı? eline sıkıştırılmış bir notu fark etti. "çok derin uyuyordun, uyandıramadım. soğuktan uyuşana kadar başında bekledim ama hala uyanmıyorsun. lütfen bana kızma ama uyku tulumuna gidiyorum". çok fazla oluyordu, biliyordu, ama sorun değildi. uyku tulumunun yanındaki şişede hiç şarap kalmamıştı, etrafta ise şişe bile yoktu. ağzını deniz suyuyla çalkaladı o da. kum girmedik bir yeri yoktu herhalde, ama o bekleyebilirdi. ıslıkla bir melodi tutturup papatya toplamaya başladı. etraftaki beyaz tek çiçek oydu. hep daha çok sevmişti onları, ulaşılabilirler diye belki. bir yandan sigarasını içip bir yandan tek tek özenle seçti topladığı papatyaları. sigara bitene kadar zamanı vardı ne de olsa. ufak bir demet yapıp, birinin sapıyla bağladı demeti. tam uyku tulumunun yanına, uyanacağı zaman ilk gözlerini açtığında göreceği yere bıraktı. sigarasına rağmen hissedebiliyordu her yerinin tutulduğunu. rüzgar durmuştu. ne kötü. oysa ki rüzgar onun kanatlarını da dalgalandırabilirdi. denize doğru sıçrarken kanatlarının açık ve rüzgarda dalgalandığına yemin edebilirdi. ve suya daldı.
(özellikle şarkı sözü olmadan geçtim. ama illaki şarkı lazım ise Talamasca - Obsessive Dream eşliğinde okuyun. Yazı biter, şarkı bitmez, gözü kapayıp, suya atlayanın kaldığı yerden siz devam edin)

4-10 Ekim

aklınızın bir köşesinde onlara da yer var mı?